Ve şuun-u zâtîyyenin kemâli ise; biilmel yakîn, zât-ı zîşuunun kemâline ve öyle lâyık bir kemâline delâlet eder ki; o kemâlin ziyâsı, şuun ve sıfât ve Esmâ ve ef’al ve âsâr perdelerinden geçtiği halde, şu kâinatta yine bu kadar hüsnü ve cemâli ve kemâli göstermiş.
İşte şu derece hakikî kemâlât-ı zâtîyyenin bürhân-ı kat’î ile vücûdu sâbit olduktan sonra, gayra bakan ve emsal ve ezdada tefevvuk cihetiyle olan nisbî kemâlâtın ne ehemmiyeti kalır, ne derece sönük düşer, anlarsın...
İkinci Hüccet: Şu kâinata nazar-ı ibretle bakıldığı vakit, vicdan ve kalb, bir hads-i sadıkla hisseder ki: Şu kâinatı bu derece güzelleştiren ve süslendiren ve enva’-ı mehâsin ile tezyin edenin, nihayet derecede bir cemâl ve kemâlâtı vardır ki, şöyle yapıyor.
Üçüncü Hüccet: Mâlûmdur ki; mevzun ve muntâzam ve mükemmel ve güzel san’atlar, gayet güzel bir programa istinad eder. Mükemmel ve güzel bir program ise, mükemmel ve güzel bir ilme ve güzel bir zihne ve güzel bir kabiliyyet-i ruhiyyeye delâlet eder. Demek ruhun mânevî güzelliğidir ki; ilim vasıtasıyla san’atında tezahür ediyor.
İşte şu kâinat, hadsiz mehâsin-i maddiyyesiyle, bir mânevî ve ilmî mehâsinin tereşşuhatıdır. Ve o ilmî ve mânevî mehâsin ve kemâlât, elbette hadsiz bir sermedî hüsün ve cemâlin ve kemâlin cilveleridir.
Dördüncü Hüccet: Mâlûmdur ki; ziyâyı verenin, ziyâdar olması lâzım.. tenvir edenin, nuranî olması gerek.. ihsan, gınadan gelir.. lütuf, lâtiften zuhur eder. Mâdem öyledir; kâinata bu kadar hüsün ve cemâl vermek ve mevcûdâta muhtelif kemâlât vermek; ışık, güneşi gösterdiği gibi, bir cemâl-i sermedîyi gösterirler.
Mâdem mevcûdât, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi kemâlâtın lem’alarıyla parlar geçer. O nehir, güneşin cilveleriyle parladığı gibi, şu seyl-i mevcûdât dahi, hüsün ve cemâl ve kemâlin lem’alarıyla muvakkaten parlar gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lem’aları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki: Cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler, nasıl kendilerinden değil; belki bir güneşin ziyâsının güzellikleri, cilveleridir. Öyle de: Şu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehâsin ve kemâlât, bir Şems-i Sermedî’nin lemaât-ı cemâl-i Esmâsıdır.