Ali İhsan Tola Ağabey Hakkında.. 18 Mayıs 2009
ALİ İHSAN TOLA AĞABEY KİMDİR?
1927 Senirkent doğumludur Ali İhsan Tola Ağabeyimiz. Orman İşletme Mühendisidir. 1950 yıllarında Hazret-i Üstada intisap edip, Risale-i Nurları tanıdıktan sonra, mühendisliği bırakıp, nur hizmetleri ile iştigale başlamıştır. Bir ara Sav’da bulunan teksir makinesiyle olan tab işlerinde bulunmuştur. Ankara’da Risale-i Nur Eserlerinin yeni hurufa çevrilerek matbaalarda basılmasında da çok emeği geçmiştir.
Hazret-i Üstad Onu daha çok siyasilerle olan hizmetlerde istihdam etmiştir. Dayısının oğlu olan Tahsin Tola Adnan Menderes döneminde Demokrat Parti mebusu olmuştu. Bu itibarla Hazret-i Üstad Ali İhsan Tola’yı dayızadesi mebus Tahsin Tola ile birlikte vazifelendirmiştir. 1953’den 1956 tarihine kadar olan zaman içerisinde Risale-i Nurların Lâtin harflerine çevrilerek matbaalarda basılması hususunda görüş alış verişleri ve istişarelerini yapmışlardır.
O tarihlerde kâğıt bulunmazdı. Kâğıt karaborsada aşırı fiyatlarla, on kat fazlasına satılmaktaydı. Buna rağmen onun, bir usulünü bularak, kâğıt temini hususunda hizmetleri olmuştur. O sıralarda Ankara’nın en büyük matbaalarından olan “Doğuş Matbaası” ve “Yeni matbaa” gibi müesseselerde Risale-i Nurlar basılmakta idi. Fakat zaman zaman yasaklar ve mani olmalar devam etmiştir. Buna rağmen eserlerin tamamı Hazret-i Üstad hayatta iken yeni harflerle tab edilmiştir.
Ali İhsan Tola Ağabeyimiz; otlardan, çiçeklerden, bal karışımlarından ve çeşitli yağ karışımlarından yaptığı edviyelerle insanlık âlemine faydalı olduğu söylenmektedir.
ALİ İHSAN TOLA AĞABEYİN ÜSTAD HAZRETLERİ VE HİZMET-İ KUR’AN İLE ALAKALI HATIRALARI
Yemeyi içmeyi terk edersen nefsine hizmet ettiremezsin...
1950 senelerindeyiz. Sav Köyünde teksir ettiğimiz İşârat-ül İ’caz Mecmuasını yazıp bitirdikten sonra tashih için bir nüsha Isparta’ya Hazret-i Üstada götürdüm. Hazret-i Üstad beni Isparta’daki evinde, odasının kapısında karşıladı. Mübarek ellerini öptüm, eseri teslim ettim. O sıralarda kendi nefsimi tezkiye için oruçla riyazet yapmakta idim. Hazret-i Üstad bana şöyle dedi: “Hizmet zamanı yemeyi içmeyi terk edersen, nefsine hizmet ettiremezsin, bu dalalet olur. İhtiyacı olan gıdayı verir de, hizmet-i îmaniyede çalıştırırsan, Allah rızası için Cihad olur. Ben dahi tashih hizmetlerinin çok olduğu şu günlerde gözlerim yoruluyor. Gözlerimin yorgunluğunu gidermek için kuzu etinden köfte yaptırması için Bayram’ı gönderdim.” dedi. Ve köfteler geldiğinde bir tane de bana yedirdi.
Sonra İşârat-ül İ’caz mecmuasının tashihine başlandı. O sırada ben dışarıda başka bir işle meşgul iken tashihe başlanmıştı. Odaya girdiğimde bir nüsha da bana verildi. Takip ederken kafama bir mesele takıldı: Sûre-i Bakara’nın baş Ayeti olan “Elif Lâm Mim” kelimesinin izahı... Ben girmeden okunmuş, “keşke ben de duysaydım” diye iradesiz içinden geçiriyordum. Hemen Hazret-i Üstad; “Keçeli sen sonradan geldin, okunan yerlerden anladığın kadar yeter” dedi. “Peki Üstadım” dedim. Ama iradesiz aynı şey aklıma tekrar geldi. Hazret-i Üstad yine hissetti ve aynı cevabı verdi. Sonra kitaptan on sayfa okundu ve “Fatiha” denildi.
Hazret-i Üstad yemek yemeyi tesbihat manasına getirerek “sen tesbihat yapmamışsındır” diyerek, “mutfağa buyurun” dediler. Mutfağa geçerek mutfakta bulunan suda ıslatılmış kuru ekmek ile yumurta yemeğinden yemeye başladım. Hazret-i Üstad diğer talebeleriyle birer birer yiyecek erzak gönderiyordu bana. Ceylan büyükçe bir ekmek getirdi: “Ağabey bu ekmek seninle tesbihat yapacak” dedi. Arkasından Tâhirî Mutlu Ağabey büyükçe bir teneke içinde yağ-zeytinler getirdi: “Bu zeytinler seninle tesbihat yapacaklar.” Onun da arkasından Zübeyr bardak içinde üzüm taneleri getirdi: “Ağabey bu üzüm taneleri seninle tesbihat yapacaklar” deyince; Ben gönlümden dedim: “Haydi Ceylan ve Zübeyr gençler, belki benimle şaka ediyorlar. Yaşlı başlı Tâhir Ağabey de mi benimle şaka ediyor” derken kafam çalıştı, jeton düştü. Hazret-i Üstad hissimi açık seçik bana izah etmiş bulunuyordu. Evet ben bundan anladım ki: Hakaik-i imaniye büyük bir sofra-i İlâhî olmakla, bana düşen hâfıza-i midemin aldığı kadar olduğunu Hazret-i Üstad bana faaliyet ile ders veriyordu. Bilahare ben müsaade istedim, Sav yoluna girdim. Sav’daki hizmete döndüm.
Hazreti Üstadın uzaktan gelen ikaz sesi
Sav’a giderken çok enteresan bir hal ile daha karşılaştım.
Şöyle ki: Sav’a yayan gidiyordum. Gittiğimi de kimseye hissettirmek istemiyordum. O günlerde hizmet arkadaşım olan Sav’lı Mustafa Gül Ağabey, Sav yolunun kenarından bir üzüm bağı almıştı. Bağını ben biliyordum. Teberüken bir salkım üzüm alayım diye şarampolden atladım. Fakat daha bağa ayağımı atar atmaz; Hazret-i Üstad’dan kulağıma öyle bir ses geldi ki, sanki hoparlörden çıkıyor: “Ali İhsan! Sen benim mutfağa, bardak içinde gönderdiğim üzümleri yemedin, Mustafa Gül’ün bağına mı giriyorsun?” diye. Bu şekilde üç kere tekrar etti. Ben ayağımı ne geriye çekebiliyordum ne de ileriye atabiliyordum, dona kalmıştım. Zorluk içinde yere yıkıldım ve kendimi şarampole attım. Çok derinden ve özden hislenmiştim.
Sav’daki teksir yaptığımız eve geldim. Arkadaşlarım bir korku geçirdiğimi yüzümden bildiler. “Ne oldu sana! Bir şeyden mi korktun? diye ısrarla sordular. Ben bu sırlı meseleyi ifşa etmek istemedim. “Yayan geldiğim için yorgunluktandır” diye atlattım. Fakat seneler sonra 1986’da Mustafa Gül ağabey hastalanmıştı. Vefatından iki gün evvel ziyaretine gittim. Hoşâmediden sonra dedim: “1950’lerde, teksir makinesiyle çalıştığımız günlerde, senin bağına girip, teberüken bir salkım üzüm koparayım derken, başımdan böyle bir hâl geçti” diye Mustafa Gül Ağabeye bu sırlı hâtırayı anlattım.
Mustafa gül Ağabey cevaben: “Kardeşim Ali İhsan Efendi! Buna benzer bir hal bende de vuku bulmuştu. Afyon Hapishanesinde mevkuftum. Kaldığımız yer hapishanenin en üst katı idi. Diğer mevkuf arkadaşların tayinatı bana geliyordu. Ben onlara tevzi ediyordum. Bir gün tayin’ler içinde hamursuz tabir edilen küçük bir ekmek çıkmıştı. “Bunu ben yiyeyim” diye rafın altına koydum. Anında kulağıma Hazret-i Üstad’dan ciddi ve vakarlı öyle bir ses geldi ki: “Mustafa ekmeği gasp etme, tevzi et!” tekrar “Mustafa ekmeği gasp etme, tevzi et!” Yine aynı ses “Mustafa ekmeği gasp etme, tevzi et!” Ben hemen ekmeği aldım diğer tayinlerin içine koydum. “Peki Üstadım” dedim, ses öyle kesildi.
Evet bunlar hizmet-i imâniye ve Kur’aniyede ciddi ve samimi çalışmaların cilveleridir. Hizmete aynen devam edilse bunlar her zaman yaşanır. Hazret-i Üstad zahirde görünen hizmetin kerametlerini kendi üzerine almamış, hizmete bırakmıştır. Ciddi ve samimi hizmet eden, hizmetinin kerametini her zaman görür ve görülmüştür.
Yetmiş günlük riyazete girdim
Ali İhsan Tola ağabeyin hayret verici bir hatırası:
Bir Meczubiyet hissi ile “bakalım ne kadar açlığa dayanabileceğim?” diye; hiç iftar etmeden oruca başladım. Hiç yemeden içmeden yetmiş güne ulaştım. Bu arada dayıoğlu Mebus Dr. Tahsin Tola ve birkaç mebus arkadaşıyla geldiler. “Seni hastaneye götürüp tedavi ettireceğiz” “ dediler. Ben: “Madem öyle, Hazret-i Üstad’a gidelim” dedim. Ve Hazret-i Üstadın Barla’daki evine vardık. Durumu gören Hazret-i Üstad: “Resul-ü Ekrem (SAV) Efendimiz senin orucunu açman için Medine’den hurma göndermiş” diyerek bir paket hurma verdi bana. Hurmalardan yemeye başladım. Oradakiler: “Aman efendim hasta olur…” demeye başladılar. Hazret-i Üstad: “İlişmeyin Ona, yesin. Ali İhsan hasta değil, siz hastasınız” deyince, Dr. Tahsin Tola ve arkadaşları âdeta hayretler içinde secdeye kapandılar. Hiçbir sıkıntı görmeden eski haleme geldim.
Ben bu hali yaşarken yakınımda bulunan sairleri hayrete düşüyorlardı. “Yoksa biz görmeden bir şeyler yiyor mu?” diye sayılı ve tartılı üzüm ve sair erzak odama getirip bırakıyorlardı. Onları alıp götür-düklerinde hiç eksilmediğini görürlerdi. Lillahilhamd ne kilomda, ne vücudumda, ne aklımda aşırı bir değişiklik görmedim.
Aslında ben bu riyazeti, Hazret-i Üstad beni bir dış ülkeye bir yere gönderecek gibiydi. Oralarda olabilecek aksi bir durumu göz önüne alarak kendimi denemek için yapmıştım. Her ne ise ben bu sırlı işi hariçte hiç kimseye söylemedim. Fakat Hazret-i Üstada vardığımda… Demirci Sâlih Rahmetullah görmüştü. Sair hârice o söylemiş.
Otlardan, çiçeklerden, bal karışımlarından ve çeşitli yağ karışımlarından insanlık alemine faydalı olmaya çalışıyoruz.
İşte o günlerden bu yana otlardan, çiçeklerden, bal karışımlarından ve çeşitli yağ karışımlarından insanlık alemine faydalı olmaya çalışıyoruz. Risale-i Nurda izah edildiği gibi: Kâinat bir Eczahane-i Kübra âlemidir. Allah-u Teâlâ her şeyi yerli yerinde halk eylemiştir. İnsan vücudunda bulunan hücreler, cihazlar otlardan küçücük birer numunelerdir.
Meselâ: Ceviz meyvesinde: Dışında bir kabuk, içinde kılcal damarlar, altı sert kemik. İçinde meyvenin yenecek kısmı. İnsanın başına, beynine ne kadar benziyor. Elbette onun tenavülü, yenmesi insana ve beynine faydalı olacaktır. Keza fındığın kalbe benzemesi; ve keza fasulyenin böbreklere benzemesi ve keza limondan narenciye kadar her şeyde insan bünyesine faydalar sunulması. Hem rızk olarak tayin verilmiş. Risale-i Nur’da tefsir edilmiş. Bir Âyet-i Kerimede: “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbih eder. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halimdir, bağışlayıcıdır.” (İsra 44) diyor. Nurlardan bu dersi almamız lâzım. Kâinat zerreleri adedince Allah-u Teâlâya hamd ve senada bulunmamız lâzım ve zaruridir.
Şimdi de mâdenlerden istifade yönü bilinmeye başlandı. Bazı madenleri üzerimizde taşıdıkça vücudun hücrelerinde bir kısım rahatsızlıkları onunla tedavi etmek mümkün oluyor. Bu araştırma daha da genişleyecek. Bunlar koca karı ilacı değildir. Kâinat Eczahane-i Kübrasından Allahu Teâlâ Hazretlerinin kullarına ihsan buyurduğu şifa ve devalardır.
Allah-u Tealânın Şeriat-ı Fıtriyesi vardır ki…
Ondan hiç kimse yakasını kurtaramaz
1970’li yıllarda beni ziyaret için gelenlerden dolayı, bir kısım siyasilerin gözüne battık. Risale-i Nur hakkında propaganda yapıyor; “yanına gelenlere sekir verici otlardan içiriyor” diye asılsız ithamlarla beni tevkif ettiler. 103 gün hapishanede yattım. Bu ithamlara rağmen adliye idarecilerinin bazılarının çocuklarının ve aile efradının rahatsızlıklarında, bana bir şey soruldukça ifade ettim. Ve şifa bulanlar oldu.
Ben tahliye olduktan sonra ders günümüzde bir gün hâkimler geldiler. Derse katıldılar. “Biz kanun-ı Medeniye ile yargıladığımız için ters düşüyoruz..” gibi sözlerde bulundular. Ben de âcizane dedim ki: “Allah-u Tealânın Kur’anda buyurduğu hukuk her yerde ve her kese şâmildir. Sadece adliyeyi teşmil etmez. Siz ölçü ve tartı vazifesindesiniz, haklıya haksıza iyi dikkat ediniz.”
“Bir de Allah-u Tealânın Şeriat-ı Fıtriyesi vardır ki… Ondan hiç kimse yakasını kurtaramaz. Bir suçlu ne kadar suçunu saklasa ispat ettirmese de şeriat-ı fıtriye onu affetmez. Bu itibarla siz ve mahkeme ettikleriniz ondan kurtulamazsınız.” dedim. O anda kapı çaldı. Kapıyı açtık. İzmir tarafından gelmiş kolu kesik bir misafir. “Buyur” ettim. Dedim: “Buyurun, bu misafire kolunun niye koptuğunu siz sorun” dedim. Ve sordular. “Kumaş fabrikasında çalışırken defosuz kumaşları defolu göstererek ıskarta adına kendimize satmak için kumaşlara yağ sürüyordum. Bu arada kolumu makineye kaptırdım” diye cevap verince, “buyurun bir şüpheniz kaldı mı?” dedim. Ve ikna oldular.
Savcı Bey, Hanımının başı ağrıdığını ve ona faydalı bir ilaç verilmesi teklifinde bulundu. Ben âcizane ona dedim: “Senin hanımının ilacı şeriat-ı fıtriyece başını örtmektir” dedim. “Sen biliyor musun benim hanımın başı açık olduğunu?” dedi. Ben de: “Baş ağrımasının sebeplerinden birisinin başın soğuk almasından ve aşırı güneş altında kalmasından olacağını söylüyorum” dedim.
“Hazret-i Üstadı, bir kaç kişi ile ilk def’a ziyarete gidiyordum. O sırada İmam-ı Gazali’nin İhya’sını okuyordum. Üstadın yanına vardığımızda arkadaşlar, benim için “Bu İhya’yı okuyor!” dediler. Üstad, o zaman çoraplarını çıkararak diz üstüne geldi ve dedi ki: “Ben, İmam-ı Gazali’nin yanında bu çorab da olamam. Fakat onlar da bu zamanda olsalardı, vallahi de billahi de imana hizmet edeceklerdi.”
Akdeniz Üni. son sınıfta güller ve nurlar diyarına yaptığımız gezide, Senirkent ilçesinde Orman Işl. eski müdürü Üstad (RA) hazretlerinin talebelerinden Ali Ihsan TOLA Abiden dinlediğim bir hatırasını hatırlattı...
Ayrıca Mevlana Celalettin Rumi (RA) HAzretlerinin bir kerametinin de aynen bu olaya benzer bir özelliği vardı, öncelikle Mevlana Celalettin Rumi Hazretlerinin (RA) kerameti hatırladığım kadarıyla şöyleydi:
Mevlana Hazretleri (RA) bir gün Şeyhi Şems-i Tebrizi (RA) ile bir havuzun başında otururken okuduğu (elde yazılmış) eserler elinden kayarak suyun içine düşüyor, Mevlana Hazretleri kitapların mürekkeblerinin dağılmasıyla bozulacağından telaşa düşüyor.
Şems-i Tebrizi (RA) Hazretleri ise gayet sakin bir şekilde Besmele çekerek kitabı suyun içerisinden çıkarmış, kitapda hiç bir bozulma işareti olmadığı gibi mürekkebleri de dağılmamış ve ıslanmamış olduğunu orada bulunan insanlar görmüşler. Mevlana Celalettin Rumi (RA) ve Şems-i Tebrizi (RA) Hazretlerinin bir kerametini talebeleri müşahede etmişler....
Üstad (RA) Hazretleri Barla'da bulunur iken sık sık Çam Dağına çıkar, bu zamanlarda kendisiyle görüşmek isteyen gelirse Ali Ihsan Tola Abimiz de gelenleri Çam Dağına götürürmüş.
Üstad (RA) Hz.leri Çam dağında iken bir Mevlevi kardeşimiz görüşmek için Barlaya geldiğinde Ali Ihsan Abi bu kardeşimizi alarak Çam dağına kestirme yollardan götürmüş. Mevlevi kardeşimiz giderken Şems-i Tebrizi (RA) HZ. lerinin bu kerametini anlatmış. Çam Dağı na vardıktan sonra Üstad (RA) Hz. ile görüşmüşler, ayrılırken Üstad (RA) Ali Ihsan Abiye giderken şu yoldan gidin diye tembihlemiş..
Ali Ihsan Abi ile Mevlevi kardeşimiz o yoldan inerlerken önünde küçük bir havuzu bulunan bir çeşmenin yanında su içmişler ve dinlenmişler. Tam bu sırada Mevlevi kardeşimiz suyun içine düşmüş, can havliyle sudan çıkarken üstü başı kir ve su içinde olduğunu ..düşünürken bir bakmış ki hiç bir yerinde ıslaklık yok, tertemiz su içine düşmemiş gibi çıkmış. Mevlevi kardeşimiz bunun Üstad (RA) Hazretlerinin bir kerameti olduğunu anlayarak Üstad (RA) hakkında düşündüğü olumsuz düşüncelerden sıyrılmış...
Ali İhsan TOLA, Orman Mühendisliğini bitirmiş ve Bediüzzaman Hz.lerinin ziyaretine gitmiş. Namazdan sonra “İşarat-ül İ’caz”’dan ders okunuyor. Herkesin elinde bu kitaptan var. Biri okuyor, diğerleri takip ediyor. Ali İhsan Bey de takip ederken bilmediği bir kelime görünce durmuş. Acaba bu kelime nedir diye düşünüyor. Bediüzzaman Hz.leri gözlüğünü çıkarıp demiş:
“Yeni gelen, takılma, devam et...”
Ali İhsan Bey utanmış, okunan yeri bulmuş, okuyana tabi olmuş. Ama yine bilmediği bir kelimeye rastgelince yine: "Acaba bu kelime nedir?" diye düşünüyor. Bediüzzaman Hz.leri yine gözlüğünü çıkarıp demiş:
“Yeni gelen, takılma, devam et...”
Bu durum birkaç defa olunca Bediüzzaman Hz.leri dersi bitirip demiş:
“Misafiri mutfağa götürün.”
Ali İhsan Bey mutfağa girince Üstadın hizmetinde bulunan abiler kahvaltılık ne malzeme varsa hepsini birden önüne yığmışlar. Kocaman bir ekmek, büyükçe bir tabak peynir, büyükçe bir tabak zeytin... Ali İhsan abi anlamış ki; “bunların hepsini ben birden yiyemem. Azar-azar, öğün halinde yiyebilirim. Birden hepsi bitmez...” Risale-i Nurda böyledir diye anlamış.
O’NUN HAKKINDA BAZI NUR TALEBELERİNİN HATIRALARI
1) Isparta “Senirkent”te meskûn “Ali İhsan Tola” ağabeyimizi ilk defa 80’li yılların ortalarında ziyaret etmiştik. “Koca Yusuf” ağabeylerle İzmir den gelmiş ve Ali İhsan ağabeyi de alarak traktörle “Çam Dağı”na çıkmıştık. Kaderin bir cilvesi olarak son ziyaretimiz de yine Yusuf Ağabeyle beraber “Çam Dağı”ndaki ağaçların katledilmesi ile alâkalı oldu. 2000 yılının son günlerinde hâin ellerce kesilen Azîz Üstad’ımızın hatıraları olan bu ağaçların kat’li kalbimizi yandırdı. Ama bir iki hafta sonraki ziyaretimizde Ali İhsan ağabeyi dinledikten sonra, hâdiseye başka şekilde bakmaya başladık. Tola Ağabey şimdiye kadar Üstadımızın hatıralarını taşıyan mekanlara dört tecavüz vuku bulduğunu açıkladı. Ve bunların kader-i İlâhiye bakan derin sırlarını şu şekilde izah etti:
Birincisi: Üstadımız Barla’da iken kendi eliyle tâmir ettiği Rum mahallesindeki mescidini yıktılar.
İkincisi: 27 Mayıs ihtilâli oldu, saat yedi buçukta radyodan ilan edildi, beş dakika sonra Barla’ya geldiler. Üstadımızın “Çınar ağacı”na çıktığı merdivenleri kırdılar. O zaman “Sıddık Süleyman” ağlayarak bana geldi. Ben de “niye ağlıyorsun, insanlar oraya ayakkabıları ile çıkmaya başlamışlardı. Kaderin fetvası var” demiştim.
Üçüncüsü: Yine 27 Mayıs ihtilâlinden sonra, Üstadımızın Urfa’daki kabrini kırarak kaçırdılar.
Dördüncüsü: Şimdi yapılan “Çam ve katran” ağaçlarının kesilmesidir.
Ben 55 senedir kuru katran ağacını o şekilde hatırlıyorum, Üstad zamanında da öyle kuru imiş. Çam ağacı ise en tepeden; bir taraftan boğaza bakar, diğer taraftan denize. Bunlara daha önce kaç kere balta vurdular, yıkamadılar. Görmüşsünüzdür bellerinde balta izleri vardır. Devlete “Çam Dağı”nın milli park olması için kaç kere müracaat ettik kabul etmediler.
Bu ağaçların katli hususunda; kader cihetine bakmak lâzım… Kimin kestiğini ben düğmelerine kadar tarif edebilirim. Demek ki kâinattaki fıtrî kanunlar böyle iktiza ediyordu. Yoksa bu ağaçlar lânettin kesilemez. Kader adalet etti demek ki. Ben hukukçulara ders yaptığım zaman başka hiç kimseyi almam. Bir gün böyle bir ders esnasında adalet hususunda sorular soruldu. Tam o anda kapı çaldı, ben de hilâf-ı âdet geleni içeriye aldım. Baktık adamın kolu kesik. Helâllik isteyerek nasıl olduğunu anlatmasını söyledim. Adam anlattı: “Bir kumaş fabrikasında çalışırdım. Çok kıymetli kumaşlar geçerken mahsus üstlerine yağ damlatır, sonra da özürlü diye onları, çok ucuza satın alırdık. İşte bir gün makine kolumu kaptı ve bu hâle geldim.” diye anlattı, sorulan suale de canlı bir cevap gelmiş, kader adalet etmişti.
Kesilen ağaçlarda da insanlar hangi hareketleri ile kadere fetva verdirdiler onu düşünmek lâzım. Belki de bilen bilmeyen geliyordu, o ağaçlara kutsallık verilmeye başlanmıştı...
Çam ve Katran ağaçlarını kesilmesini duyduğumda şöyle bir hatıra aklıma geldi ve ağzımdan "Kader'e kesilmelerine fetva verildi" cümleleri döküldü. Hatıra şu ki; ailece Çam dağına gitmiştik.O esnada Ankara'dan bir iki minübüs Üniversite kız öğrencileri de gelmişlerdi. Öğrenciler çok olduklarından ve hemen yarısını başı açık olduğundan katran ağacına fazla yanaşamamış uzaktan göz ucuyla onlara bakıyorduk. Başı açık ve örtülü kızlar katran ağacının önünde üstünde kahkahalar atarak resim çektiriyorlardı. Çok canım sıkılmıştı Üstadın hayatının en hazin ve üzüntülü yerleri böyle kahkahalı, resimleri çektirerek mi yapılmalı va esefa. O sene mi bir dahaki senemi ağaçlar kesildi. Ben şahsen o hatıradan sonra iyiki ağaçlar kesilmiş dedim. Bir daha o rezillkler cehaletlede olsa işlenmez.
2) Ali İhsan Tola'nın kızı Handan Tola, babasının hayatı boyunca bir dakika bile nefsi için yaşamadığına şahit olduğunu belirtti. Babasının ömrünün son dakikalarına kadar hep hakkı anlatma gayreti içinde olduğunu ifade eden Tola, "Son saatlerinde dahi bütün gücünü toplayıp kendisini muayene etmeye gelen doktorlara bile bir şeyler anlamaya çalışıyordu. Hayatı da hep öyle geçti zaten." dedi.
Tola, babasının bütün kesimleri kucaklama, birleştirme gayreti içinde olduğunu, kapısının herkese açık olduğunu anlattı. Handan Tola, babasının hizmetlerini hep evde yaptığını, başka bir yere ayrılmadığını ifade ederek, bunun sebebini şu şekilde açıkladı: "Bediüzzaman Hazretleri, babamı annesinden talebeliğe istemiş. 'Gelsin hizmet etsin' demiş. Ancak annesi izin vermemiş. Üstad, bu isteğini değişik zamanlarda tam 4 kez dile getirmiş. Yine izin alamayınca, 'Benim hizmetim senin evinde olacak' diye dua etmiş. Babam da 1953 yılından bu yana evimizde hiçbir yere ayrılmadan hizmet etmekteydi. Allah hizmeti onu ayağına getirdi adeta."
3) Ali İhsan Tola'nın torunu eczacı Ömer Tola da dedesinin gelenlere hep müspet hareket ve sabrı tavsiye ettiğini gördüğünü söyledi.Tola, dedesinin Türkiye'nin her tarafından ziyarete gelenlere sohbetler ettiğini, hasta olmasına rağmen onları dinleyerek sorularına cevap vermeye çalıştığını anlattı.
4) Ali Tola'nın yeğenlerinden Abdullah Tola ise şunları anlattı: "Amcam ilmi ve tıbbi alanda da ciddi çalışmalar yaptı. Kendisi aynı zamanda orman mühendisiydi. Organik tarım, ekolojik dengenin korunması adına bir takım projeleri vardı. Bitkilerden elde ettiği ilaçları ve terkipleri hastalara ücretsiz dağıtırdı. Hangi bitkinin hangi hastalığa ve kaç gram kullanılması gerektiğini bilirdi. Bir çok insan yanına girer kafasındaki soruyu soramadan cevabını alır çıkardı. Buna bir çok kez şahit olmuşumdur."
5) RisaleHaber’e konuşan Necmi İlgen (Çantacı) Merhum Ali İhsan Tola hakkında şunları söyledi:
Ali İhsan Tola Abi çok muhterem, melek gibi, kerametleri olduğunu bildiğim bir insandı.
Ben kendisinden duyduğum bir özelliğini anlatmak isterim: Üstad Hazretleri Çam Dağında iken bu zat sabah namazlarına yürüyerek Üstad’ın yanına gidiyor ve birlikte namaz kılıyormuş. Cenab-ı Allah Adetullah’ın fevkınde bir hal yaratıyor ve o da tayy-ı mekan ederek yanına gittiğini duymuştum.
Senirkent’e her gidişimizde ona mutlaka uğrar ve yaptığı hizmetlerinden dolayı onu tebrik ederdik. Bir defasında bir gurup arkadaş götürmüştüm. Tanıtırken bir kardeşimiz dedi “abi, bunlar yeni nurcular” O, bunu duyunca dedi ki, “Kardeşim nurcunun eskisi yenisi olmaz, o alem-i ervahta nurcu olarak kaydedilmişse, o zaten nurcudur” dedi. “Herkese Risale-i Nur nasip olmaz, her insan Risale-i Nur talebesi olmak nasip olmuyor.” dedi.
Çok mert bir insandı, kalabalık da gitsek mutlaka bir sofra kurduruyordu. Kalbi ve kapısı açık bir insandı. Üstadımız’a çok muhabbeti, teslimiyeti vardı.
Allah mekânını cennet etsin.
6) Ali İhsan Tola’nın kızı Handan Tola, “Babanızın son günleri nasıl geçti?” sorusuna şu yanıtı verdi:
“Babam şuurunu hiçbir zaman kaybetmedi. Sık sık abdest aldı. Günde 30–40 defa yattığı yerden abdest aldı. Sürekli namaz vakitlerini sordu, gelen tüm misafirlere “Daima okuyun, okuyun, okuyun” dedi. En son bana ‘oku’ dedi. “Fatiha mı?” dedim. “Evet” dedi. Sabaha kadar “Fatiha” okuduk. Son sözleri “Allah” oldu.”
7) Tola ailesinin Ehl-i Beytten olduğunu söyleyen İhsan Atasoy, Ali İhsan Tola’dan dinlediği Bediüzzaman Said Nursi ile arasında geçen bir hatırayı şöyle anlattı:
“1950’li yıllarda, Ali İhsan Tola’nın Emirdağ’daki ilk ziyaretinde Bediüzzaman hazretleri, ‘Ben sizinle akrabayım kardeşim’ diyor. Ali İhsan Abi ise itiraz ederek ‘Hayır efendim. Siz doğudan (şarktan) gelmişsiniz, ben Isparta’dan. Akrabalık bunun neresinde?’ diye sormuş. İkinci kez Bediüzzaman hazretleri ‘Akrabayız’ dediğinde susmuş ama içinden itiraz etmeyi de bırakmamış. Bediüzzaman Hazretleri, üçüncü kez ‘Hayır kardeşim, biz seninle akrabayız’ demesi üzerine yıllar sonra bir sırrı anladığını söyleyerek, nüfus müdürlüğünde çalışan bir yiğeninin aile şeceresini çıkardığında ‘Evlad-ı Âl-i Resûl’den geldiğini öğrenince, Bediüzzaman hazretlerinin niçin öyle söylediğini anlıyor.”
8) Ali İhsan Tola’nun karşısındaki herkese ‘Bu farklı bir insan’ dedirttiğini söyleyen İhsan Atasoy, ziyaretleri sırasında gözlemlediği şu anısını kaydetti:
“Hali bir kere insana ders verirdi. Sesi çok az çıkardı. Onunla görüşmelerimde saatler geçmesine rağmen sanki dakikalar geçmiş gibi olurdu. Ufak çocuklar, pencerenin önünde ‘Ali İhsan amca dut yiyebilir miyiz?’ diye sık sık soruyorlar, röportaj esnasında bile daima ‘Bismillah deyip yiyin’ demesi, O’nun ne kadar öfkesiz, sabırlı ve cömert olduğunu gösterebilir” dedi.
En çok neyi anlatırdı?
Ali İhsan Tola’nın ziyaretine gelenlere önemli dersler verdiğine değinen İhsan Atasoy, bitkilerle ilgili çok önemli şifa reçetelerini paylaştığını söyledi. Adeta bir Lokman Hekim gibi hizmet gördüğünü de belirten Atasoy, “Bitkileri ve sırlarını çok iyi biliyordu. Bitkilerin esrarları ona açılmış” diyerek şu hatırasını ekledi:
“Ali İhsan Tola’nın bitkilerle ilgili sırları, Bediüzzaman hazretlerini ziyareti sırasında, Bediüzzaman’ın bitkiler âleminden bir profesör gibi kendisine teknik bilgiler vermesiyle başlar. Bitkilerdeki, madenlerdeki ve sulardaki özellikleri kendisine anlatır. Bediüzzaman, bitkilerden havaya yansıyan iyonlardan bahsederek, teneffüs yoluyla alınan iyonların gıda olabileceğini söyler. Gıda, sadece yiyecek ve içecekten ibaret değildir der. Hatta çoğu hastalığa iyonların şifa olabileceğine dikkat çeker. Bunun üzerine Ali İhsan Tola abi, öyleyse gıdasız da yaşayabilirim diyerek, yiyecek ve içecekleri reddeder. 1, 2, 50 ve 70 gün aç kalır. Etrafındakilerin ısrarına rağmen bir lokma yemez. En sonunda Ali İhsan Tola abiyi Bediüzzaman hazretlerine şikâyet ederler. Üstad hazretleri, ‘Dokunmayın ona’ der. Bir süre sonra Bediüzzaman’ı ziyarete giderler. O sıra, Medine-i Münevvere’den hurma gelir. Bediüzzaman, ‘Ali İhsan, al şu orucunu boz’ der. Ali İhsan Tola’nın ilk defa ‘Bismillah’ diyerek hurmayı ağzına götürüşünü görenler, sevinçten yerlere yatar. O aç kaldığı günlerde, kendisine önemli sırlar açılır.”
1927 Senirkent doğumludur Ali İhsan Tola Ağabeyimiz. Orman İşletme Mühendisidir. 1950 yıllarında Hazret-i Üstada intisap edip, Risale-i Nurları tanıdıktan sonra, mühendisliği bırakıp, nur hizmetleri ile iştigale başlamıştır. Bir ara Sav’da bulunan teksir makinesiyle olan tab işlerinde bulunmuştur. Ankara’da Risale-i Nur Eserlerinin yeni hurufa çevrilerek matbaalarda basılmasında da çok emeği geçmiştir.
Hazret-i Üstad Onu daha çok siyasilerle olan hizmetlerde istihdam etmiştir. Dayısının oğlu olan Tahsin Tola Adnan Menderes döneminde Demokrat Parti mebusu olmuştu. Bu itibarla Hazret-i Üstad Ali İhsan Tola’yı dayızadesi mebus Tahsin Tola ile birlikte vazifelendirmiştir. 1953’den 1956 tarihine kadar olan zaman içerisinde Risale-i Nurların Lâtin harflerine çevrilerek matbaalarda basılması hususunda görüş alış verişleri ve istişarelerini yapmışlardır.
O tarihlerde kâğıt bulunmazdı. Kâğıt karaborsada aşırı fiyatlarla, on kat fazlasına satılmaktaydı. Buna rağmen onun, bir usulünü bularak, kâğıt temini hususunda hizmetleri olmuştur. O sıralarda Ankara’nın en büyük matbaalarından olan “Doğuş Matbaası” ve “Yeni matbaa” gibi müesseselerde Risale-i Nurlar basılmakta idi. Fakat zaman zaman yasaklar ve mani olmalar devam etmiştir. Buna rağmen eserlerin tamamı Hazret-i Üstad hayatta iken yeni harflerle tab edilmiştir.
Ali İhsan Tola Ağabeyimiz; otlardan, çiçeklerden, bal karışımlarından ve çeşitli yağ karışımlarından yaptığı edviyelerle insanlık âlemine faydalı olduğu söylenmektedir.
ALİ İHSAN TOLA AĞABEYİN ÜSTAD HAZRETLERİ VE HİZMET-İ KUR’AN İLE ALAKALI HATIRALARI
Yemeyi içmeyi terk edersen nefsine hizmet ettiremezsin...
1950 senelerindeyiz. Sav Köyünde teksir ettiğimiz İşârat-ül İ’caz Mecmuasını yazıp bitirdikten sonra tashih için bir nüsha Isparta’ya Hazret-i Üstada götürdüm. Hazret-i Üstad beni Isparta’daki evinde, odasının kapısında karşıladı. Mübarek ellerini öptüm, eseri teslim ettim. O sıralarda kendi nefsimi tezkiye için oruçla riyazet yapmakta idim. Hazret-i Üstad bana şöyle dedi: “Hizmet zamanı yemeyi içmeyi terk edersen, nefsine hizmet ettiremezsin, bu dalalet olur. İhtiyacı olan gıdayı verir de, hizmet-i îmaniyede çalıştırırsan, Allah rızası için Cihad olur. Ben dahi tashih hizmetlerinin çok olduğu şu günlerde gözlerim yoruluyor. Gözlerimin yorgunluğunu gidermek için kuzu etinden köfte yaptırması için Bayram’ı gönderdim.” dedi. Ve köfteler geldiğinde bir tane de bana yedirdi.
Sonra İşârat-ül İ’caz mecmuasının tashihine başlandı. O sırada ben dışarıda başka bir işle meşgul iken tashihe başlanmıştı. Odaya girdiğimde bir nüsha da bana verildi. Takip ederken kafama bir mesele takıldı: Sûre-i Bakara’nın baş Ayeti olan “Elif Lâm Mim” kelimesinin izahı... Ben girmeden okunmuş, “keşke ben de duysaydım” diye iradesiz içinden geçiriyordum. Hemen Hazret-i Üstad; “Keçeli sen sonradan geldin, okunan yerlerden anladığın kadar yeter” dedi. “Peki Üstadım” dedim. Ama iradesiz aynı şey aklıma tekrar geldi. Hazret-i Üstad yine hissetti ve aynı cevabı verdi. Sonra kitaptan on sayfa okundu ve “Fatiha” denildi.
Hazret-i Üstad yemek yemeyi tesbihat manasına getirerek “sen tesbihat yapmamışsındır” diyerek, “mutfağa buyurun” dediler. Mutfağa geçerek mutfakta bulunan suda ıslatılmış kuru ekmek ile yumurta yemeğinden yemeye başladım. Hazret-i Üstad diğer talebeleriyle birer birer yiyecek erzak gönderiyordu bana. Ceylan büyükçe bir ekmek getirdi: “Ağabey bu ekmek seninle tesbihat yapacak” dedi. Arkasından Tâhirî Mutlu Ağabey büyükçe bir teneke içinde yağ-zeytinler getirdi: “Bu zeytinler seninle tesbihat yapacaklar.” Onun da arkasından Zübeyr bardak içinde üzüm taneleri getirdi: “Ağabey bu üzüm taneleri seninle tesbihat yapacaklar” deyince; Ben gönlümden dedim: “Haydi Ceylan ve Zübeyr gençler, belki benimle şaka ediyorlar. Yaşlı başlı Tâhir Ağabey de mi benimle şaka ediyor” derken kafam çalıştı, jeton düştü. Hazret-i Üstad hissimi açık seçik bana izah etmiş bulunuyordu. Evet ben bundan anladım ki: Hakaik-i imaniye büyük bir sofra-i İlâhî olmakla, bana düşen hâfıza-i midemin aldığı kadar olduğunu Hazret-i Üstad bana faaliyet ile ders veriyordu. Bilahare ben müsaade istedim, Sav yoluna girdim. Sav’daki hizmete döndüm.
Hazreti Üstadın uzaktan gelen ikaz sesi
Sav’a giderken çok enteresan bir hal ile daha karşılaştım.
Şöyle ki: Sav’a yayan gidiyordum. Gittiğimi de kimseye hissettirmek istemiyordum. O günlerde hizmet arkadaşım olan Sav’lı Mustafa Gül Ağabey, Sav yolunun kenarından bir üzüm bağı almıştı. Bağını ben biliyordum. Teberüken bir salkım üzüm alayım diye şarampolden atladım. Fakat daha bağa ayağımı atar atmaz; Hazret-i Üstad’dan kulağıma öyle bir ses geldi ki, sanki hoparlörden çıkıyor: “Ali İhsan! Sen benim mutfağa, bardak içinde gönderdiğim üzümleri yemedin, Mustafa Gül’ün bağına mı giriyorsun?” diye. Bu şekilde üç kere tekrar etti. Ben ayağımı ne geriye çekebiliyordum ne de ileriye atabiliyordum, dona kalmıştım. Zorluk içinde yere yıkıldım ve kendimi şarampole attım. Çok derinden ve özden hislenmiştim.
Sav’daki teksir yaptığımız eve geldim. Arkadaşlarım bir korku geçirdiğimi yüzümden bildiler. “Ne oldu sana! Bir şeyden mi korktun? diye ısrarla sordular. Ben bu sırlı meseleyi ifşa etmek istemedim. “Yayan geldiğim için yorgunluktandır” diye atlattım. Fakat seneler sonra 1986’da Mustafa Gül ağabey hastalanmıştı. Vefatından iki gün evvel ziyaretine gittim. Hoşâmediden sonra dedim: “1950’lerde, teksir makinesiyle çalıştığımız günlerde, senin bağına girip, teberüken bir salkım üzüm koparayım derken, başımdan böyle bir hâl geçti” diye Mustafa Gül Ağabeye bu sırlı hâtırayı anlattım.
Mustafa gül Ağabey cevaben: “Kardeşim Ali İhsan Efendi! Buna benzer bir hal bende de vuku bulmuştu. Afyon Hapishanesinde mevkuftum. Kaldığımız yer hapishanenin en üst katı idi. Diğer mevkuf arkadaşların tayinatı bana geliyordu. Ben onlara tevzi ediyordum. Bir gün tayin’ler içinde hamursuz tabir edilen küçük bir ekmek çıkmıştı. “Bunu ben yiyeyim” diye rafın altına koydum. Anında kulağıma Hazret-i Üstad’dan ciddi ve vakarlı öyle bir ses geldi ki: “Mustafa ekmeği gasp etme, tevzi et!” tekrar “Mustafa ekmeği gasp etme, tevzi et!” Yine aynı ses “Mustafa ekmeği gasp etme, tevzi et!” Ben hemen ekmeği aldım diğer tayinlerin içine koydum. “Peki Üstadım” dedim, ses öyle kesildi.
Evet bunlar hizmet-i imâniye ve Kur’aniyede ciddi ve samimi çalışmaların cilveleridir. Hizmete aynen devam edilse bunlar her zaman yaşanır. Hazret-i Üstad zahirde görünen hizmetin kerametlerini kendi üzerine almamış, hizmete bırakmıştır. Ciddi ve samimi hizmet eden, hizmetinin kerametini her zaman görür ve görülmüştür.
Yetmiş günlük riyazete girdim
Ali İhsan Tola ağabeyin hayret verici bir hatırası:
Bir Meczubiyet hissi ile “bakalım ne kadar açlığa dayanabileceğim?” diye; hiç iftar etmeden oruca başladım. Hiç yemeden içmeden yetmiş güne ulaştım. Bu arada dayıoğlu Mebus Dr. Tahsin Tola ve birkaç mebus arkadaşıyla geldiler. “Seni hastaneye götürüp tedavi ettireceğiz” “ dediler. Ben: “Madem öyle, Hazret-i Üstad’a gidelim” dedim. Ve Hazret-i Üstadın Barla’daki evine vardık. Durumu gören Hazret-i Üstad: “Resul-ü Ekrem (SAV) Efendimiz senin orucunu açman için Medine’den hurma göndermiş” diyerek bir paket hurma verdi bana. Hurmalardan yemeye başladım. Oradakiler: “Aman efendim hasta olur…” demeye başladılar. Hazret-i Üstad: “İlişmeyin Ona, yesin. Ali İhsan hasta değil, siz hastasınız” deyince, Dr. Tahsin Tola ve arkadaşları âdeta hayretler içinde secdeye kapandılar. Hiçbir sıkıntı görmeden eski haleme geldim.
Ben bu hali yaşarken yakınımda bulunan sairleri hayrete düşüyorlardı. “Yoksa biz görmeden bir şeyler yiyor mu?” diye sayılı ve tartılı üzüm ve sair erzak odama getirip bırakıyorlardı. Onları alıp götür-düklerinde hiç eksilmediğini görürlerdi. Lillahilhamd ne kilomda, ne vücudumda, ne aklımda aşırı bir değişiklik görmedim.
Aslında ben bu riyazeti, Hazret-i Üstad beni bir dış ülkeye bir yere gönderecek gibiydi. Oralarda olabilecek aksi bir durumu göz önüne alarak kendimi denemek için yapmıştım. Her ne ise ben bu sırlı işi hariçte hiç kimseye söylemedim. Fakat Hazret-i Üstada vardığımda… Demirci Sâlih Rahmetullah görmüştü. Sair hârice o söylemiş.
Otlardan, çiçeklerden, bal karışımlarından ve çeşitli yağ karışımlarından insanlık alemine faydalı olmaya çalışıyoruz.
İşte o günlerden bu yana otlardan, çiçeklerden, bal karışımlarından ve çeşitli yağ karışımlarından insanlık alemine faydalı olmaya çalışıyoruz. Risale-i Nurda izah edildiği gibi: Kâinat bir Eczahane-i Kübra âlemidir. Allah-u Teâlâ her şeyi yerli yerinde halk eylemiştir. İnsan vücudunda bulunan hücreler, cihazlar otlardan küçücük birer numunelerdir.
Meselâ: Ceviz meyvesinde: Dışında bir kabuk, içinde kılcal damarlar, altı sert kemik. İçinde meyvenin yenecek kısmı. İnsanın başına, beynine ne kadar benziyor. Elbette onun tenavülü, yenmesi insana ve beynine faydalı olacaktır. Keza fındığın kalbe benzemesi; ve keza fasulyenin böbreklere benzemesi ve keza limondan narenciye kadar her şeyde insan bünyesine faydalar sunulması. Hem rızk olarak tayin verilmiş. Risale-i Nur’da tefsir edilmiş. Bir Âyet-i Kerimede: “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbih eder. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halimdir, bağışlayıcıdır.” (İsra 44) diyor. Nurlardan bu dersi almamız lâzım. Kâinat zerreleri adedince Allah-u Teâlâya hamd ve senada bulunmamız lâzım ve zaruridir.
Şimdi de mâdenlerden istifade yönü bilinmeye başlandı. Bazı madenleri üzerimizde taşıdıkça vücudun hücrelerinde bir kısım rahatsızlıkları onunla tedavi etmek mümkün oluyor. Bu araştırma daha da genişleyecek. Bunlar koca karı ilacı değildir. Kâinat Eczahane-i Kübrasından Allahu Teâlâ Hazretlerinin kullarına ihsan buyurduğu şifa ve devalardır.
Allah-u Tealânın Şeriat-ı Fıtriyesi vardır ki…
Ondan hiç kimse yakasını kurtaramaz
1970’li yıllarda beni ziyaret için gelenlerden dolayı, bir kısım siyasilerin gözüne battık. Risale-i Nur hakkında propaganda yapıyor; “yanına gelenlere sekir verici otlardan içiriyor” diye asılsız ithamlarla beni tevkif ettiler. 103 gün hapishanede yattım. Bu ithamlara rağmen adliye idarecilerinin bazılarının çocuklarının ve aile efradının rahatsızlıklarında, bana bir şey soruldukça ifade ettim. Ve şifa bulanlar oldu.
Ben tahliye olduktan sonra ders günümüzde bir gün hâkimler geldiler. Derse katıldılar. “Biz kanun-ı Medeniye ile yargıladığımız için ters düşüyoruz..” gibi sözlerde bulundular. Ben de âcizane dedim ki: “Allah-u Tealânın Kur’anda buyurduğu hukuk her yerde ve her kese şâmildir. Sadece adliyeyi teşmil etmez. Siz ölçü ve tartı vazifesindesiniz, haklıya haksıza iyi dikkat ediniz.”
“Bir de Allah-u Tealânın Şeriat-ı Fıtriyesi vardır ki… Ondan hiç kimse yakasını kurtaramaz. Bir suçlu ne kadar suçunu saklasa ispat ettirmese de şeriat-ı fıtriye onu affetmez. Bu itibarla siz ve mahkeme ettikleriniz ondan kurtulamazsınız.” dedim. O anda kapı çaldı. Kapıyı açtık. İzmir tarafından gelmiş kolu kesik bir misafir. “Buyur” ettim. Dedim: “Buyurun, bu misafire kolunun niye koptuğunu siz sorun” dedim. Ve sordular. “Kumaş fabrikasında çalışırken defosuz kumaşları defolu göstererek ıskarta adına kendimize satmak için kumaşlara yağ sürüyordum. Bu arada kolumu makineye kaptırdım” diye cevap verince, “buyurun bir şüpheniz kaldı mı?” dedim. Ve ikna oldular.
Savcı Bey, Hanımının başı ağrıdığını ve ona faydalı bir ilaç verilmesi teklifinde bulundu. Ben âcizane ona dedim: “Senin hanımının ilacı şeriat-ı fıtriyece başını örtmektir” dedim. “Sen biliyor musun benim hanımın başı açık olduğunu?” dedi. Ben de: “Baş ağrımasının sebeplerinden birisinin başın soğuk almasından ve aşırı güneş altında kalmasından olacağını söylüyorum” dedim.
“Hazret-i Üstadı, bir kaç kişi ile ilk def’a ziyarete gidiyordum. O sırada İmam-ı Gazali’nin İhya’sını okuyordum. Üstadın yanına vardığımızda arkadaşlar, benim için “Bu İhya’yı okuyor!” dediler. Üstad, o zaman çoraplarını çıkararak diz üstüne geldi ve dedi ki: “Ben, İmam-ı Gazali’nin yanında bu çorab da olamam. Fakat onlar da bu zamanda olsalardı, vallahi de billahi de imana hizmet edeceklerdi.”
Akdeniz Üni. son sınıfta güller ve nurlar diyarına yaptığımız gezide, Senirkent ilçesinde Orman Işl. eski müdürü Üstad (RA) hazretlerinin talebelerinden Ali Ihsan TOLA Abiden dinlediğim bir hatırasını hatırlattı...
Ayrıca Mevlana Celalettin Rumi (RA) HAzretlerinin bir kerametinin de aynen bu olaya benzer bir özelliği vardı, öncelikle Mevlana Celalettin Rumi Hazretlerinin (RA) kerameti hatırladığım kadarıyla şöyleydi:
Mevlana Hazretleri (RA) bir gün Şeyhi Şems-i Tebrizi (RA) ile bir havuzun başında otururken okuduğu (elde yazılmış) eserler elinden kayarak suyun içine düşüyor, Mevlana Hazretleri kitapların mürekkeblerinin dağılmasıyla bozulacağından telaşa düşüyor.
Şems-i Tebrizi (RA) Hazretleri ise gayet sakin bir şekilde Besmele çekerek kitabı suyun içerisinden çıkarmış, kitapda hiç bir bozulma işareti olmadığı gibi mürekkebleri de dağılmamış ve ıslanmamış olduğunu orada bulunan insanlar görmüşler. Mevlana Celalettin Rumi (RA) ve Şems-i Tebrizi (RA) Hazretlerinin bir kerametini talebeleri müşahede etmişler....
Üstad (RA) Hazretleri Barla'da bulunur iken sık sık Çam Dağına çıkar, bu zamanlarda kendisiyle görüşmek isteyen gelirse Ali Ihsan Tola Abimiz de gelenleri Çam Dağına götürürmüş.
Üstad (RA) Hz.leri Çam dağında iken bir Mevlevi kardeşimiz görüşmek için Barlaya geldiğinde Ali Ihsan Abi bu kardeşimizi alarak Çam dağına kestirme yollardan götürmüş. Mevlevi kardeşimiz giderken Şems-i Tebrizi (RA) HZ. lerinin bu kerametini anlatmış. Çam Dağı na vardıktan sonra Üstad (RA) Hz. ile görüşmüşler, ayrılırken Üstad (RA) Ali Ihsan Abiye giderken şu yoldan gidin diye tembihlemiş..
Ali Ihsan Abi ile Mevlevi kardeşimiz o yoldan inerlerken önünde küçük bir havuzu bulunan bir çeşmenin yanında su içmişler ve dinlenmişler. Tam bu sırada Mevlevi kardeşimiz suyun içine düşmüş, can havliyle sudan çıkarken üstü başı kir ve su içinde olduğunu ..düşünürken bir bakmış ki hiç bir yerinde ıslaklık yok, tertemiz su içine düşmemiş gibi çıkmış. Mevlevi kardeşimiz bunun Üstad (RA) Hazretlerinin bir kerameti olduğunu anlayarak Üstad (RA) hakkında düşündüğü olumsuz düşüncelerden sıyrılmış...
Ali İhsan TOLA, Orman Mühendisliğini bitirmiş ve Bediüzzaman Hz.lerinin ziyaretine gitmiş. Namazdan sonra “İşarat-ül İ’caz”’dan ders okunuyor. Herkesin elinde bu kitaptan var. Biri okuyor, diğerleri takip ediyor. Ali İhsan Bey de takip ederken bilmediği bir kelime görünce durmuş. Acaba bu kelime nedir diye düşünüyor. Bediüzzaman Hz.leri gözlüğünü çıkarıp demiş:
“Yeni gelen, takılma, devam et...”
Ali İhsan Bey utanmış, okunan yeri bulmuş, okuyana tabi olmuş. Ama yine bilmediği bir kelimeye rastgelince yine: "Acaba bu kelime nedir?" diye düşünüyor. Bediüzzaman Hz.leri yine gözlüğünü çıkarıp demiş:
“Yeni gelen, takılma, devam et...”
Bu durum birkaç defa olunca Bediüzzaman Hz.leri dersi bitirip demiş:
“Misafiri mutfağa götürün.”
Ali İhsan Bey mutfağa girince Üstadın hizmetinde bulunan abiler kahvaltılık ne malzeme varsa hepsini birden önüne yığmışlar. Kocaman bir ekmek, büyükçe bir tabak peynir, büyükçe bir tabak zeytin... Ali İhsan abi anlamış ki; “bunların hepsini ben birden yiyemem. Azar-azar, öğün halinde yiyebilirim. Birden hepsi bitmez...” Risale-i Nurda böyledir diye anlamış.
O’NUN HAKKINDA BAZI NUR TALEBELERİNİN HATIRALARI
1) Isparta “Senirkent”te meskûn “Ali İhsan Tola” ağabeyimizi ilk defa 80’li yılların ortalarında ziyaret etmiştik. “Koca Yusuf” ağabeylerle İzmir den gelmiş ve Ali İhsan ağabeyi de alarak traktörle “Çam Dağı”na çıkmıştık. Kaderin bir cilvesi olarak son ziyaretimiz de yine Yusuf Ağabeyle beraber “Çam Dağı”ndaki ağaçların katledilmesi ile alâkalı oldu. 2000 yılının son günlerinde hâin ellerce kesilen Azîz Üstad’ımızın hatıraları olan bu ağaçların kat’li kalbimizi yandırdı. Ama bir iki hafta sonraki ziyaretimizde Ali İhsan ağabeyi dinledikten sonra, hâdiseye başka şekilde bakmaya başladık. Tola Ağabey şimdiye kadar Üstadımızın hatıralarını taşıyan mekanlara dört tecavüz vuku bulduğunu açıkladı. Ve bunların kader-i İlâhiye bakan derin sırlarını şu şekilde izah etti:
Birincisi: Üstadımız Barla’da iken kendi eliyle tâmir ettiği Rum mahallesindeki mescidini yıktılar.
İkincisi: 27 Mayıs ihtilâli oldu, saat yedi buçukta radyodan ilan edildi, beş dakika sonra Barla’ya geldiler. Üstadımızın “Çınar ağacı”na çıktığı merdivenleri kırdılar. O zaman “Sıddık Süleyman” ağlayarak bana geldi. Ben de “niye ağlıyorsun, insanlar oraya ayakkabıları ile çıkmaya başlamışlardı. Kaderin fetvası var” demiştim.
Üçüncüsü: Yine 27 Mayıs ihtilâlinden sonra, Üstadımızın Urfa’daki kabrini kırarak kaçırdılar.
Dördüncüsü: Şimdi yapılan “Çam ve katran” ağaçlarının kesilmesidir.
Ben 55 senedir kuru katran ağacını o şekilde hatırlıyorum, Üstad zamanında da öyle kuru imiş. Çam ağacı ise en tepeden; bir taraftan boğaza bakar, diğer taraftan denize. Bunlara daha önce kaç kere balta vurdular, yıkamadılar. Görmüşsünüzdür bellerinde balta izleri vardır. Devlete “Çam Dağı”nın milli park olması için kaç kere müracaat ettik kabul etmediler.
Bu ağaçların katli hususunda; kader cihetine bakmak lâzım… Kimin kestiğini ben düğmelerine kadar tarif edebilirim. Demek ki kâinattaki fıtrî kanunlar böyle iktiza ediyordu. Yoksa bu ağaçlar lânettin kesilemez. Kader adalet etti demek ki. Ben hukukçulara ders yaptığım zaman başka hiç kimseyi almam. Bir gün böyle bir ders esnasında adalet hususunda sorular soruldu. Tam o anda kapı çaldı, ben de hilâf-ı âdet geleni içeriye aldım. Baktık adamın kolu kesik. Helâllik isteyerek nasıl olduğunu anlatmasını söyledim. Adam anlattı: “Bir kumaş fabrikasında çalışırdım. Çok kıymetli kumaşlar geçerken mahsus üstlerine yağ damlatır, sonra da özürlü diye onları, çok ucuza satın alırdık. İşte bir gün makine kolumu kaptı ve bu hâle geldim.” diye anlattı, sorulan suale de canlı bir cevap gelmiş, kader adalet etmişti.
Kesilen ağaçlarda da insanlar hangi hareketleri ile kadere fetva verdirdiler onu düşünmek lâzım. Belki de bilen bilmeyen geliyordu, o ağaçlara kutsallık verilmeye başlanmıştı...
Çam ve Katran ağaçlarını kesilmesini duyduğumda şöyle bir hatıra aklıma geldi ve ağzımdan "Kader'e kesilmelerine fetva verildi" cümleleri döküldü. Hatıra şu ki; ailece Çam dağına gitmiştik.O esnada Ankara'dan bir iki minübüs Üniversite kız öğrencileri de gelmişlerdi. Öğrenciler çok olduklarından ve hemen yarısını başı açık olduğundan katran ağacına fazla yanaşamamış uzaktan göz ucuyla onlara bakıyorduk. Başı açık ve örtülü kızlar katran ağacının önünde üstünde kahkahalar atarak resim çektiriyorlardı. Çok canım sıkılmıştı Üstadın hayatının en hazin ve üzüntülü yerleri böyle kahkahalı, resimleri çektirerek mi yapılmalı va esefa. O sene mi bir dahaki senemi ağaçlar kesildi. Ben şahsen o hatıradan sonra iyiki ağaçlar kesilmiş dedim. Bir daha o rezillkler cehaletlede olsa işlenmez.
2) Ali İhsan Tola'nın kızı Handan Tola, babasının hayatı boyunca bir dakika bile nefsi için yaşamadığına şahit olduğunu belirtti. Babasının ömrünün son dakikalarına kadar hep hakkı anlatma gayreti içinde olduğunu ifade eden Tola, "Son saatlerinde dahi bütün gücünü toplayıp kendisini muayene etmeye gelen doktorlara bile bir şeyler anlamaya çalışıyordu. Hayatı da hep öyle geçti zaten." dedi.
Tola, babasının bütün kesimleri kucaklama, birleştirme gayreti içinde olduğunu, kapısının herkese açık olduğunu anlattı. Handan Tola, babasının hizmetlerini hep evde yaptığını, başka bir yere ayrılmadığını ifade ederek, bunun sebebini şu şekilde açıkladı: "Bediüzzaman Hazretleri, babamı annesinden talebeliğe istemiş. 'Gelsin hizmet etsin' demiş. Ancak annesi izin vermemiş. Üstad, bu isteğini değişik zamanlarda tam 4 kez dile getirmiş. Yine izin alamayınca, 'Benim hizmetim senin evinde olacak' diye dua etmiş. Babam da 1953 yılından bu yana evimizde hiçbir yere ayrılmadan hizmet etmekteydi. Allah hizmeti onu ayağına getirdi adeta."
3) Ali İhsan Tola'nın torunu eczacı Ömer Tola da dedesinin gelenlere hep müspet hareket ve sabrı tavsiye ettiğini gördüğünü söyledi.Tola, dedesinin Türkiye'nin her tarafından ziyarete gelenlere sohbetler ettiğini, hasta olmasına rağmen onları dinleyerek sorularına cevap vermeye çalıştığını anlattı.
4) Ali Tola'nın yeğenlerinden Abdullah Tola ise şunları anlattı: "Amcam ilmi ve tıbbi alanda da ciddi çalışmalar yaptı. Kendisi aynı zamanda orman mühendisiydi. Organik tarım, ekolojik dengenin korunması adına bir takım projeleri vardı. Bitkilerden elde ettiği ilaçları ve terkipleri hastalara ücretsiz dağıtırdı. Hangi bitkinin hangi hastalığa ve kaç gram kullanılması gerektiğini bilirdi. Bir çok insan yanına girer kafasındaki soruyu soramadan cevabını alır çıkardı. Buna bir çok kez şahit olmuşumdur."
5) RisaleHaber’e konuşan Necmi İlgen (Çantacı) Merhum Ali İhsan Tola hakkında şunları söyledi:
Ali İhsan Tola Abi çok muhterem, melek gibi, kerametleri olduğunu bildiğim bir insandı.
Ben kendisinden duyduğum bir özelliğini anlatmak isterim: Üstad Hazretleri Çam Dağında iken bu zat sabah namazlarına yürüyerek Üstad’ın yanına gidiyor ve birlikte namaz kılıyormuş. Cenab-ı Allah Adetullah’ın fevkınde bir hal yaratıyor ve o da tayy-ı mekan ederek yanına gittiğini duymuştum.
Senirkent’e her gidişimizde ona mutlaka uğrar ve yaptığı hizmetlerinden dolayı onu tebrik ederdik. Bir defasında bir gurup arkadaş götürmüştüm. Tanıtırken bir kardeşimiz dedi “abi, bunlar yeni nurcular” O, bunu duyunca dedi ki, “Kardeşim nurcunun eskisi yenisi olmaz, o alem-i ervahta nurcu olarak kaydedilmişse, o zaten nurcudur” dedi. “Herkese Risale-i Nur nasip olmaz, her insan Risale-i Nur talebesi olmak nasip olmuyor.” dedi.
Çok mert bir insandı, kalabalık da gitsek mutlaka bir sofra kurduruyordu. Kalbi ve kapısı açık bir insandı. Üstadımız’a çok muhabbeti, teslimiyeti vardı.
Allah mekânını cennet etsin.
6) Ali İhsan Tola’nın kızı Handan Tola, “Babanızın son günleri nasıl geçti?” sorusuna şu yanıtı verdi:
“Babam şuurunu hiçbir zaman kaybetmedi. Sık sık abdest aldı. Günde 30–40 defa yattığı yerden abdest aldı. Sürekli namaz vakitlerini sordu, gelen tüm misafirlere “Daima okuyun, okuyun, okuyun” dedi. En son bana ‘oku’ dedi. “Fatiha mı?” dedim. “Evet” dedi. Sabaha kadar “Fatiha” okuduk. Son sözleri “Allah” oldu.”
7) Tola ailesinin Ehl-i Beytten olduğunu söyleyen İhsan Atasoy, Ali İhsan Tola’dan dinlediği Bediüzzaman Said Nursi ile arasında geçen bir hatırayı şöyle anlattı:
“1950’li yıllarda, Ali İhsan Tola’nın Emirdağ’daki ilk ziyaretinde Bediüzzaman hazretleri, ‘Ben sizinle akrabayım kardeşim’ diyor. Ali İhsan Abi ise itiraz ederek ‘Hayır efendim. Siz doğudan (şarktan) gelmişsiniz, ben Isparta’dan. Akrabalık bunun neresinde?’ diye sormuş. İkinci kez Bediüzzaman hazretleri ‘Akrabayız’ dediğinde susmuş ama içinden itiraz etmeyi de bırakmamış. Bediüzzaman Hazretleri, üçüncü kez ‘Hayır kardeşim, biz seninle akrabayız’ demesi üzerine yıllar sonra bir sırrı anladığını söyleyerek, nüfus müdürlüğünde çalışan bir yiğeninin aile şeceresini çıkardığında ‘Evlad-ı Âl-i Resûl’den geldiğini öğrenince, Bediüzzaman hazretlerinin niçin öyle söylediğini anlıyor.”
8) Ali İhsan Tola’nun karşısındaki herkese ‘Bu farklı bir insan’ dedirttiğini söyleyen İhsan Atasoy, ziyaretleri sırasında gözlemlediği şu anısını kaydetti:
“Hali bir kere insana ders verirdi. Sesi çok az çıkardı. Onunla görüşmelerimde saatler geçmesine rağmen sanki dakikalar geçmiş gibi olurdu. Ufak çocuklar, pencerenin önünde ‘Ali İhsan amca dut yiyebilir miyiz?’ diye sık sık soruyorlar, röportaj esnasında bile daima ‘Bismillah deyip yiyin’ demesi, O’nun ne kadar öfkesiz, sabırlı ve cömert olduğunu gösterebilir” dedi.
En çok neyi anlatırdı?
Ali İhsan Tola’nın ziyaretine gelenlere önemli dersler verdiğine değinen İhsan Atasoy, bitkilerle ilgili çok önemli şifa reçetelerini paylaştığını söyledi. Adeta bir Lokman Hekim gibi hizmet gördüğünü de belirten Atasoy, “Bitkileri ve sırlarını çok iyi biliyordu. Bitkilerin esrarları ona açılmış” diyerek şu hatırasını ekledi:
“Ali İhsan Tola’nın bitkilerle ilgili sırları, Bediüzzaman hazretlerini ziyareti sırasında, Bediüzzaman’ın bitkiler âleminden bir profesör gibi kendisine teknik bilgiler vermesiyle başlar. Bitkilerdeki, madenlerdeki ve sulardaki özellikleri kendisine anlatır. Bediüzzaman, bitkilerden havaya yansıyan iyonlardan bahsederek, teneffüs yoluyla alınan iyonların gıda olabileceğini söyler. Gıda, sadece yiyecek ve içecekten ibaret değildir der. Hatta çoğu hastalığa iyonların şifa olabileceğine dikkat çeker. Bunun üzerine Ali İhsan Tola abi, öyleyse gıdasız da yaşayabilirim diyerek, yiyecek ve içecekleri reddeder. 1, 2, 50 ve 70 gün aç kalır. Etrafındakilerin ısrarına rağmen bir lokma yemez. En sonunda Ali İhsan Tola abiyi Bediüzzaman hazretlerine şikâyet ederler. Üstad hazretleri, ‘Dokunmayın ona’ der. Bir süre sonra Bediüzzaman’ı ziyarete giderler. O sıra, Medine-i Münevvere’den hurma gelir. Bediüzzaman, ‘Ali İhsan, al şu orucunu boz’ der. Ali İhsan Tola’nın ilk defa ‘Bismillah’ diyerek hurmayı ağzına götürüşünü görenler, sevinçten yerlere yatar. O aç kaldığı günlerde, kendisine önemli sırlar açılır.”