Barla Talebelerinin Hikâyesi 12 Haziran 2008
”Yaz kardeşim” sözüyle başladı Risale-i Nur’un hikâyesi. Ve kalemler yazmaya başladı. Her türlü zorluğa rağmen yazmaktan uzak durmayan kalemler, gece gündüz sessizce yazdı.
Kimi yerde hanımlar mum tuttu, beyler yazdı; kimi yerde de hem kadınlar hem çocuklar, hem yaşlılar hep birden çalıştı. Yazılan Risaleler gizlice dağıtıldı yurdun her köşesine. Göz açtırmayan takip ve baskıya rağmen hiç sekmeyen bir saat gibi çalıştı sistem. Ve Barla’dan yüz binlerce kitap çıktı cihana Nur saçması için.
“Yaz kardeşim” sözüyle başladı Risale-i Nur’un hikâyesi. Ve kalemler yazmaya başladı. Dağda, çayırda, evde, bahçede veya yolda hatta cephede. “Yaz kardeşim” sözü üzerine yazmaya başlayan kalemler hiç durmadı, gece gündüz sessizce yazmaya başladı. Sessizce işleyen matbaalar kuruldu köy, kasaba evlerinde. Yüklüklerin ardında tezgahlar kuruldu. Kimi yerde hanımlar mum tuttu, beyler yazdı, kimi yerde de hanımlı, çocuklu, büyüklü herkes birden çalıştı. Yıllarca çalıştı kalem tutan eller. Yazılan Risaleler gizlice müellifine ulaştırıldı tashih edilmesi için. Sonra inci gibi yazılarla yazılan yüz binlerce Nur Risalesi, gizlice dağıtıldı yurdun her köşesine.
Gün geldi Bediüzzaman’ın tabiriyle ‘bin kalemli kâtipler’ olan teksir makineleri imdada yetişti. Kurulan Nur santralları arasında postacılar dolaştı. Çantalar sırtlarda gece boyu yol tepildi. Kuş uçurtmayan takip ve baskı altında hiç sekmeyen bir saat gibi çalıştı bu sistem. Ve Barla’dan yüz binlerce kitap çıktı cihana Nur saçması için. Onu oraya sürgün hayatına gönderenlere de hayretle sormak kaldı, “Nurcular kâğıdı nerden alıyor?” diye. Bu soruya en güzel cevabı Barla Platformu tarafından Eminönü Rüstem Paşa Medresesi’nde açılan ‘Barla talebelerinin hikâyesi’ sergisi veriyor. Kâğıdın nasıl bulunduğunu, nasıl kullanıldığını. Kâğıdın değeri daha çok anlaşılıyor bulunmadığında. Sigara kâğıtlarından kibrit kutularına, yırtık defterlerden parmak kadar kâğıt atıklarına kadar yazılan Risale-i Nur notları bunun en güzel örneği.
Yıl 1927. Bediüzzaman Said Nursi, Barla’ya sürgüne gönderildi. Bu sürgün Risale-i Nurların filiz vermesi için toprağa atılan tohuma dönüştü. Bediüzzaman Hazretleri’ni unutturma ve insanlardan uzak tutma düşüncesiyle seçilen Barla’da, Üstad’ın çevresinde ışığın etrafındaki kelebekler misali bir avuç insan toplandı. Bediüzzaman’ın ‘Barla Sıddıkları’ olarak dile getirdiği bu insanlar, ‘Nur’un ilk ağabeyleri’ olarak kabul gördü. Bu talebelerin hizmetleri gerek Üstadları tarafından gerekse geriden gelen kardeşleri tarafından hiç unutulmadı, hep hayırla yâd edildi.
Teneke kutularda saklı eserler
Kâğıt kıt, yazmak zahmetli. Denetim ve baskı had safhada. Bin bir güçlükle yazılan Risalelere her an el konulma korkusu var. Aynı zamanda imamlık yapan Hafız Ali, gecesi ve gündüzünü Risalelerin yazılmasına adamış. Üstad’dan gelen eserleri inci gibi el yazısıyla özenerek yazardı. Hedefi eserleri gelecek nesillere ulaştırabilmekti. Sıkıntı ve baskılar Hafız Ali’ye bir çözüm yolu geliştirdi; birer teneke kutu yaptırmak ve eserleri bunlara koyarak duvarlar içine saklamak.
Dediğini yaptı da Hafız Ali. Yaptırdığı teneke kutulara eliyle yazdığı Risaleleri yerleştirerek duvarlara yerleştirdikten sonra kutuların üzerine tekrar duvar ördü. Bir gün gelecek, elbette bu duvarlar yıkılacak, eserler meydana çıkacaktı. Necmettin Şahiner, Hafız Ali’nin evindeki duvarların içinden eserlerin çıkışını şöyle anlatıyor: “Merakla odanın duvarlarını, pencerelerini tıkırtılarla vurmaya başladık. Boşluklar olduğu anlaşılıyordu…Abdullah Kula, ‘durun durun’ diyerek duvardaki tahta kaplamaları ileri geri itmeye uğraştı. İttiği tahtalardan bir bölüm açıldı. Coşkuyla kâğıt parçalarını topluyorduk. Pencerenin altından hususi bölümler çıktı. Yarım asır el sürülmemiş yerler. Yine bir bölüm daha açıldı. Az sonra yeni bir hazine daha bulmuştuk, kâğıt ve kitap hazinesi.”
Risalelerin yazılmasına hanımlar da büyük destek verdi. Onların gösterdiği ihtimam ise daha farklıydı. Yazdıklarını sahip oldukları en değerli kumaşları olan gelinlikleriyle süslüyor, koruma altına alıyorlardı. İşte Ulviye annenin elinden geçen bir risale; gelinlik çeyizinin en değerli kumaşlarıyla ciltlenmiş, gül kokularıyla sarılıp sarmalanarak koruma altına alınmış.
Kesekâğıdına yazılan yazılar
Yer Afyon Hapishanesi. Bediüzzaman’ın “Denizli’nin bir aylık eziyeti bir güne denk geliyordu.” dediği yer. Soğuktan şehir kanalizasyonunun donduğu bir kış gününde sobası yanmayan bir hapishane. Günlük yiyecek on kuruşluk yıldız şehriyesinden ibaret bir çorba. Hasta ve yaşlı bir tutuklu bu şartlarda ne yapar? O kimse Bediüzzaman ise yine her zaman yaptığını yapar. Yazar, yazar, yazar… Eline geçen her türlü kâğıda yazar; defter kâğıdı, kesekâğıdı, gazete kâğıdı… Sonra bir vesile ile bu yazdıklarını diğer koğuşlarda bulunan talebelerine ulaştırır, onlar da çoğaltır.
Yazmak için Üstad’a bir kalem, bir kâğıt parçası yeterli: Bir kalem bir parça kâğıt. Elişi kâğıdından birkaç parça da yeter. Mekân ise hiç fark etmez. Dağ başı da olur zindan da. Otuz Birinci Söz’deki “ene” bahsine yazdığı haşiye ile Otuzuncu Söz’ün sonuna eklediği satırlar. Her iki not da, Üstad’ın el yazısıyla yazıldıktan sonra Şamlı Hafız Tevfik tarafından yine elişi kâğıtlarına temize çekilmiş ve Üstad’ın tashihinden geçmiştir.