Bediüzzaman Said Nursî Kimdir? 25 Ocak 2008
Bediüzzaman Said Nursî, Bitlis’in Hizan İlçesine bağlı İsparit Nahiyesi’nin Nurs Köyünde 1876’da dünyaya geldi. Yenilikçi, atak, cesur bir mizaca, son derece parlak bir zekâya ve güçlü bir hafızaya sahipti.
Bunlar katıksız iman ve ilim aşkıyla birleşince, normalde on beş sene kadar süren klâsik medrese eğitimini üç ayda tamamladı. Bu olağanüstü gelişmeyi kavrayamayanlar tarafından düzenlenen münazaraları (ilmi tartışmalar) kazanarak kendini ispatladı. Bu yüzden "Molla Said"e, "zamanın emsalsizi, benzersizi" anlamında "Bediüzzaman" lâkabı verildi.
Onun yaşadığı dönem, tüm dünyada maddeciliğin öne çıktığı bir dönemdi. İnsanlık kendi geleceğini tahrip etmeye yönelmişti. Bu değişimden Müslüman milletler de etkilenmişti. Meselâ, tek bağımsız İslâm devleti olan Osmanlı Devleti çoktan eski haşmetini ve gücünü kaybetmişti ve çözülme noktasındaydı.
İnsanlığın ortak problemlerinin yanı sıra, yaşadığı toplumun problemlerine de eğilen Bediüzzaman, şunu gördü: Batı maddeciliğe saplanmış, Doğu ise eskiyen kurumlarını yenileyip iman eksenli bir yapılanmaya gidememişti. Osmanlı Devleti de aynı sorunu yaşıyordu. Devlet ve millet şeklen İslâma bağlı olmakla birlikte mânâ plânında İslâm’dan kopmuştu. Batı’daki değişim ve bu değişimin yapısı tam kavranamamıştı.
Bediüzzaman'a göre mutlakiyet (monarşi) İslâm dirilişin önünü kapatıyordu.Ancak meşrutiyete yumuşak geçiş yapılmalıydı. Bunun için de evvelâ "üç büyük düşman" saydığı cehalet, zaruret ve ihtilâfla mücadele edilip kazanılması gerekiyordu.
Bu maksatla bir eğitim projesi geliştirdi. Buna göre Doğu ve Güneydoğu öncelikli olarak tüm vatan sathı "Medresetüzzehra" adını verdiği eğitim kurumlarıyla donatılacak, bu kurumların ilk, orta, lise bölümleri olacak, ayrıca din ve fen dersleri birlikte okutulacaktı. "Vicdanın ziyası (ışığı), ulûm-u diniyedir; aklın nuru fünun-u (fenler) medeniyedir. İkisinin imtizacıyla (bütünleşmesi, iç içe girmesiyle) hakikat tecelli eder... İftirak ettikleri (ayrıştıkları) vakit, birincisinde taassup (tutuculuk); ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder (doğar)" diyordu.
Görüşlerini Padişaha sunmak için 1907’de İstanbul'a geldi. Fakat imparatorlukla birlikte imparatorluğun başkenti İstanbul da çürümüştü. İstanbul’da dile getirdiği fikirler sarayı tedirgin edince, akıl hastahanesine sevk edildi. Fakat doktorlar, akıl sağlığının yerinde olduğuna dair bir rapor verdiler. Bu rapora rağmen, gözaltında tutulmaya devam edildi. Nezarette iken, saray, bu ateşîn zekâyı etkisizleştirmek için altınla ödüllendirmek istedi. Kendisiyle konuşmaya gelen Zaptiye Nâzırına, "Maarifi tehir, maaşı tacil nedendir?" diye sorup ihsan-ı şahâneyi reddetti.
Bediüzzaman, Şark ulemasından sonra İstanbul’daki meşhur alimlere de kendisini kabul ettirmekte zorlanmamıştı. Onunla görüşenler en girift sorularına cevap alıyor, "Sen gerçekten de Bediüzzaman’sın" demekten kendilerini alamıyorlardı. Meşrutiyeti İslâmî esaslar üzerine bina eden ve "meşrutiyet-i meşrua"yı öngören hürriyetçi fikirleri özellikle ilgi çekiyordu.
Birinci Dünya Savaşı sırasında gönüllü talebelerden bir milis alayı kurup doğduğu toprakları savundu. Bitlis savunması esnasında yaralanıp Ruslara esir düştü. Yaklaşık üç yıl süren esaret hayatından firar ederek kurtuldu. Esaretten dönüşünde, ordunun adayı olarak devrin tek İslâm Akademisi olan "Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye"ye üye oldu.
Anadolu’daki Millî Mücadeleyi "isyan" sayan fetvaya Anadolu ulemasıyla birlikte karşı fetva verdi. İstanbul işgali sırasında işgalci İngilizlere karşı yayınladığı bir eser yüzünden işgal kuvvetleri tarafından gıyabında ölüme mahkum edildi. Bu faaliyetlerinden dolayı, Ankara’ya Büyük Millet Meclisi’ne dâvet edildi (1922). Meclis'te resmi karşılama töreni yapıldı. Fakat yeni yönetici kadro ile millet arasında "kıble farkı" oluşmak üzere olduğunu görünce on maddelik bir beyannameyi Meclis’te dağıttı. Ardından, Van'a geri döndü.
Şeyh Sait hadisesiyle bir ilgisi bulunmadığı, esasen her fırsatta "Dahilde kılıç çekilmez" dediği halde bir çok mazlum gibi Bediüzzaman da nefy edildi. Önce Burdur'a, ardından Barla'ya sürüldü. Barla'da Risale-i Nur’u telif etmeye başladı ve tek başına bir mektep oldu. "Cevher insan" yetiştirmek için insanüstü bir gayret gösterdi.
1925'lerde Türkiye'de uygulanmaya başlanan dini dışlama politikalarına karşı Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur adını verdiği eserleriyle İslam’ın temel altyapısını oluşturan prensipleri açıklamaya yönelik bir tarz geliştirdi. Bediüzzaman Said Nursî geliştirdiği bu Kur'ânî tarz ile akıl, kalp ve duygu bütünlüğünü temin ederek iman hakikatlerini anlatmıştır. Böylece kelâm, tasavvuf ve pozitif bilimleri terkip ederek Müslümanlara yepyeni bir bakış açısı sunmuş, mektep, medrese, tekke ayrılığını ortadan kaldırmıştır.
Risale-i Nur’u telif eden Bediüzzaman, bu eseri telif etmeye başlayana kadar olan hayatını Eski Said dönemi diye adlandırmıştır. Eski Said, daha çok imanın dışavurumu olan kurumlar, davranışlar ve siyasetle ilgilendi. Yeni Said ise, imanın tahrip edilmek istendiği bir ortamda, imanı korumak ve güçlendirmek için gayretini bu temel meseleye tahşid etti.
Bediüzzaman’a göre temel mesele; insanın kendisine, diğer insanlara ve varlıklara mana-yı harfiyle bakması, yani onları iman ekseninde algılamasıdır. En önemli husus bunu sağlamaktır. Problemin çözümü Kur'ân'ın çağlar üstü mesajının günümüze bakan yönünü ortaya çıkarmaktı. Risale-i Nur Külliyatı ise, bu çağlar üstü mesajın günümüze bakan vechesidir.
Bediüzzaman’ın bu yöndeki gayretlerinden ürkenler onu defalarca tutukladılar. Eskişehir (1935), Denizli (1943) ve Afyon (1947) hapishanelerine attılar. Fakat onu inançlarını yaşamaktan ve risaleleri telif etmekten vazgeçiremediler.
Bediüzzaman, İslâm dünyasının karşılaştığı en köklü ve yıkıcı tehlikeyi (dinde laubalilik ve fen ilimlerinden kaynaklanan inkar fikri) oluşan şüphelere ilmî ve mantıki cevaplar vererek izale etmiş ve milyonların imanının kurtulmasına vesile olmuştur.
1960 senesinin 23 Mart'ında Urfa’da Hakkın rahmetine kavuştuğunda arkasında bıraktığı tüm maddî servet; bir demlik, birkaç bardak, eski bir gömlek, yamalı bir cübbe, sarık, misvak, on lira ve bir miktar çay ve şekerden ibaretti. Mânevi miras olarak; bu asrı aydınlatan ve gelecek asırları aydınlatacak Kur’ân tefsiri olan Risale-i Nur’u ve dünyanın her tarafında milyonlarca "Kur’an talebesi" bırakmıştır.
Bunlar katıksız iman ve ilim aşkıyla birleşince, normalde on beş sene kadar süren klâsik medrese eğitimini üç ayda tamamladı. Bu olağanüstü gelişmeyi kavrayamayanlar tarafından düzenlenen münazaraları (ilmi tartışmalar) kazanarak kendini ispatladı. Bu yüzden "Molla Said"e, "zamanın emsalsizi, benzersizi" anlamında "Bediüzzaman" lâkabı verildi.
Onun yaşadığı dönem, tüm dünyada maddeciliğin öne çıktığı bir dönemdi. İnsanlık kendi geleceğini tahrip etmeye yönelmişti. Bu değişimden Müslüman milletler de etkilenmişti. Meselâ, tek bağımsız İslâm devleti olan Osmanlı Devleti çoktan eski haşmetini ve gücünü kaybetmişti ve çözülme noktasındaydı.
İnsanlığın ortak problemlerinin yanı sıra, yaşadığı toplumun problemlerine de eğilen Bediüzzaman, şunu gördü: Batı maddeciliğe saplanmış, Doğu ise eskiyen kurumlarını yenileyip iman eksenli bir yapılanmaya gidememişti. Osmanlı Devleti de aynı sorunu yaşıyordu. Devlet ve millet şeklen İslâma bağlı olmakla birlikte mânâ plânında İslâm’dan kopmuştu. Batı’daki değişim ve bu değişimin yapısı tam kavranamamıştı.
Bediüzzaman'a göre mutlakiyet (monarşi) İslâm dirilişin önünü kapatıyordu.Ancak meşrutiyete yumuşak geçiş yapılmalıydı. Bunun için de evvelâ "üç büyük düşman" saydığı cehalet, zaruret ve ihtilâfla mücadele edilip kazanılması gerekiyordu.
Bu maksatla bir eğitim projesi geliştirdi. Buna göre Doğu ve Güneydoğu öncelikli olarak tüm vatan sathı "Medresetüzzehra" adını verdiği eğitim kurumlarıyla donatılacak, bu kurumların ilk, orta, lise bölümleri olacak, ayrıca din ve fen dersleri birlikte okutulacaktı. "Vicdanın ziyası (ışığı), ulûm-u diniyedir; aklın nuru fünun-u (fenler) medeniyedir. İkisinin imtizacıyla (bütünleşmesi, iç içe girmesiyle) hakikat tecelli eder... İftirak ettikleri (ayrıştıkları) vakit, birincisinde taassup (tutuculuk); ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder (doğar)" diyordu.
Görüşlerini Padişaha sunmak için 1907’de İstanbul'a geldi. Fakat imparatorlukla birlikte imparatorluğun başkenti İstanbul da çürümüştü. İstanbul’da dile getirdiği fikirler sarayı tedirgin edince, akıl hastahanesine sevk edildi. Fakat doktorlar, akıl sağlığının yerinde olduğuna dair bir rapor verdiler. Bu rapora rağmen, gözaltında tutulmaya devam edildi. Nezarette iken, saray, bu ateşîn zekâyı etkisizleştirmek için altınla ödüllendirmek istedi. Kendisiyle konuşmaya gelen Zaptiye Nâzırına, "Maarifi tehir, maaşı tacil nedendir?" diye sorup ihsan-ı şahâneyi reddetti.
Bediüzzaman, Şark ulemasından sonra İstanbul’daki meşhur alimlere de kendisini kabul ettirmekte zorlanmamıştı. Onunla görüşenler en girift sorularına cevap alıyor, "Sen gerçekten de Bediüzzaman’sın" demekten kendilerini alamıyorlardı. Meşrutiyeti İslâmî esaslar üzerine bina eden ve "meşrutiyet-i meşrua"yı öngören hürriyetçi fikirleri özellikle ilgi çekiyordu.
Birinci Dünya Savaşı sırasında gönüllü talebelerden bir milis alayı kurup doğduğu toprakları savundu. Bitlis savunması esnasında yaralanıp Ruslara esir düştü. Yaklaşık üç yıl süren esaret hayatından firar ederek kurtuldu. Esaretten dönüşünde, ordunun adayı olarak devrin tek İslâm Akademisi olan "Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye"ye üye oldu.
Anadolu’daki Millî Mücadeleyi "isyan" sayan fetvaya Anadolu ulemasıyla birlikte karşı fetva verdi. İstanbul işgali sırasında işgalci İngilizlere karşı yayınladığı bir eser yüzünden işgal kuvvetleri tarafından gıyabında ölüme mahkum edildi. Bu faaliyetlerinden dolayı, Ankara’ya Büyük Millet Meclisi’ne dâvet edildi (1922). Meclis'te resmi karşılama töreni yapıldı. Fakat yeni yönetici kadro ile millet arasında "kıble farkı" oluşmak üzere olduğunu görünce on maddelik bir beyannameyi Meclis’te dağıttı. Ardından, Van'a geri döndü.
Şeyh Sait hadisesiyle bir ilgisi bulunmadığı, esasen her fırsatta "Dahilde kılıç çekilmez" dediği halde bir çok mazlum gibi Bediüzzaman da nefy edildi. Önce Burdur'a, ardından Barla'ya sürüldü. Barla'da Risale-i Nur’u telif etmeye başladı ve tek başına bir mektep oldu. "Cevher insan" yetiştirmek için insanüstü bir gayret gösterdi.
1925'lerde Türkiye'de uygulanmaya başlanan dini dışlama politikalarına karşı Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur adını verdiği eserleriyle İslam’ın temel altyapısını oluşturan prensipleri açıklamaya yönelik bir tarz geliştirdi. Bediüzzaman Said Nursî geliştirdiği bu Kur'ânî tarz ile akıl, kalp ve duygu bütünlüğünü temin ederek iman hakikatlerini anlatmıştır. Böylece kelâm, tasavvuf ve pozitif bilimleri terkip ederek Müslümanlara yepyeni bir bakış açısı sunmuş, mektep, medrese, tekke ayrılığını ortadan kaldırmıştır.
Risale-i Nur’u telif eden Bediüzzaman, bu eseri telif etmeye başlayana kadar olan hayatını Eski Said dönemi diye adlandırmıştır. Eski Said, daha çok imanın dışavurumu olan kurumlar, davranışlar ve siyasetle ilgilendi. Yeni Said ise, imanın tahrip edilmek istendiği bir ortamda, imanı korumak ve güçlendirmek için gayretini bu temel meseleye tahşid etti.
Bediüzzaman’a göre temel mesele; insanın kendisine, diğer insanlara ve varlıklara mana-yı harfiyle bakması, yani onları iman ekseninde algılamasıdır. En önemli husus bunu sağlamaktır. Problemin çözümü Kur'ân'ın çağlar üstü mesajının günümüze bakan yönünü ortaya çıkarmaktı. Risale-i Nur Külliyatı ise, bu çağlar üstü mesajın günümüze bakan vechesidir.
Bediüzzaman’ın bu yöndeki gayretlerinden ürkenler onu defalarca tutukladılar. Eskişehir (1935), Denizli (1943) ve Afyon (1947) hapishanelerine attılar. Fakat onu inançlarını yaşamaktan ve risaleleri telif etmekten vazgeçiremediler.
Bediüzzaman, İslâm dünyasının karşılaştığı en köklü ve yıkıcı tehlikeyi (dinde laubalilik ve fen ilimlerinden kaynaklanan inkar fikri) oluşan şüphelere ilmî ve mantıki cevaplar vererek izale etmiş ve milyonların imanının kurtulmasına vesile olmuştur.
1960 senesinin 23 Mart'ında Urfa’da Hakkın rahmetine kavuştuğunda arkasında bıraktığı tüm maddî servet; bir demlik, birkaç bardak, eski bir gömlek, yamalı bir cübbe, sarık, misvak, on lira ve bir miktar çay ve şekerden ibaretti. Mânevi miras olarak; bu asrı aydınlatan ve gelecek asırları aydınlatacak Kur’ân tefsiri olan Risale-i Nur’u ve dünyanın her tarafında milyonlarca "Kur’an talebesi" bırakmıştır.