Bu da ancak otuz seneden beri Risale-i Nur’u türlü cebhelerden inceleyip, zararlı bir mahiyet görmediklerinden beraet veren mahkemeleri ve onların hükümlerini kanunsuzlukla ittiham etmekle mümkündür. Ve ayrıca amme vicdanında yerleşmiş Kur’an’ın neyyir-i hakaikinden fışkıran Risale-i Nur hakikatlarını çürütebilmekle olabilir. Aksi takdirde Risale-i Nur’a ilişen, kendisi manen mes’ul ve mahkûm olur.
Biz bu samimî kanaatlarımızla Bediüzzaman Said Nursî ve Nur Risaleleriyle alâkadarlığımızın iman ve Kur’an’dan neş’et ettiğini arzetmek isteriz. İfrat ve tefrit vâdisinden uzak, ancak hakikatları ciddî ve değeri kadar hüküm verebilmek suretiyle maruzatta bulunuyoruz. Bu, hiç bir zaman ehl-i aşk ve muhabbetin fart-ı muhabbetinden tevellüd eden bir hürmetle üstadlarını tarif ettikleri nev’inden değildir. Belki bu ilim ve hakikat ehlinin şuur ve akıl terazisiyle tartıp, meydan-ı münakaşaya arzettikleri görüş ve kanaatlarıdır. Hem aynı zamanda zamanın ve mekânın dar sahifesinde sıkışıp kalan bir hâdise ve bir fikrin müdafaasını yapmıyoruz. Risale-i Nur davası, mensub olduğumuz Türk milletinin en az bin yıllık tarihî şeref ve mefharetiyle alâkadar ve insaniyet itibariyle, nev’-i beşerin iki cihana ait saadetiyle münasebettar ve bugünkü ferd ve cem’iyetin kıymeti, yetişmesi nokta-i nazarından en ziyade millî şerefimiz haysiyetiyle alâkadar olunmak icab eden en muazzam bir mes’eledir.
Evet sayın hâkimler!
Şimdi iman nuruna muhtaç bîçare beşere, Kur’an’ın ulvî hakikatlarının ders verilmesi zamanındayız. Ruhlarını hak ve fazilet yolunda, Allah için feda