Eğer desen: “Biz görüyoruz ki, dinsizlerin veya sahih bir dini olmayanların ahvâlleri muaddele ve munazzamadırlar.”
Elcevab: O adâlet ve intizam, ehl-i dinin îkâzat ve irşâdatıyladır. Ve o adâlet ve faziletin esasları, enbiyânın tesisleriyledir. Demek enbiyâ, esas ve maddeyi vaz’ etmişlerdir. Onlar da o esas ve fazileti tutup, onda işlediklerini işlediler. Bundan başka nizam ve saâdetleri, muvakkattır. Bir cihetten kaime ve müstakîme ise, çok cihattan mâile ve münhaniyedir. Yâni: Ne kadar sûreten ve maddeten ve lafzen ve maaşen muntazamadır; fakat sîreten ve ma’nevîyaten ve ma’nen fâside ve muhtelledir.
Ey birader!.. İşte sıra üçüncü cihete geldi. İyi tefekkür et! Şöyle: Ahlâktaki ifrat ve tefrit ise, isti’dâdatı ifsad ediyor. Ve şu ifsad ise abesiyeti intac eder. Ve şu abesiyet ise; kâinatın en küçük ve en ehemmiyetsiz şeylerinde mesalih ve hikemin riayetiyle, âlemde hükümfermalığı bedihî olan hikmet-i İlâhîyeye münakızdır.
Vehim ve Tenbih: “Meleke-i marifet-i hukuk” dedikleri, her fenâlığın maddeten zararını ihsas ede ede ve efkâr-ı umûmîyeyi îkâz etmekle hasıl olan “meleke-i riayet-i hukuk” dedikleri emri, şerîat-ı İlâhîyeye bedel olarak dinsizlerin tasavvuru ve şerîattan istiğnaları bir tevehhümü bâtıldır. Zîra dünya ihtiyarlandı. Öyle bir şeyin mukaddematı da zâhir olmadı. Bilakis mehâsinin terakkisiyle beraber mesavi dahi terakki edip daha dehşetli ve aldatıcı bir şekle giriyor. Evet nasılki nevâmis-i hikmet, desatir-i hükûmetten müstağni değildir. Öyle de, vicdana hâkim olan kavânin-i şerîat ve fazilete eşedd-i ihtiyaç ile muhtaçtır. İşte şöyle mevhume olan meleke-i ta’dil-i ahlâk, kuvayı selâseyi hikmet ve iffet ve şecaatta muhafaza etmesine kâfi değildir. Binâenaleyh insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessir ve nafiz olan mîzan-ı adâlet-i İlâhîyeyi tutacak bir Nebi’ye muhtaçtır.