Kudsi Kaynaklar | Kudsi Kaynaklar | 149
(1-445)
İşte dünya nazarıyla dar fikrimizle âhirette müteveccih hakaik-ı sevabiyesi o bedevi adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun'un (A.S.) meçhulümüz olan hakiki sevabları ile müvazene değil, -çünki teşbih kaidesi, meçhulü malûma kıyas eder- belki müvazene edilen ve malûmumuz olan ve tahminimize giren sevablarıyla bir abd-i mü'minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakiki sevabıdır. Hem de deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, Güneşin tamam aksini tutmakla müsavidirler. Fark, keyfiyettedir. Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun'un (A.S.) deniz-misal âyine-i ruhlarına in'ikas eden mahiyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü'minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevabdır. Mahiyetçe, kemiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyet tabidir. Hem bazan olur ki; birtek kelime, birtek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bazı hâlât oluyor ki, birtek âyet Kur'an kadar faide verebilir. Hem İsm-i A'zama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir Peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile İsm-i A'zam zılline mazhar bir mü'min, kendi kabiliyeti itibariyle kemiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilâf-ı hakikat olamaz. Hem de sevab ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasılki bir zerrecik bir şişede, semavat nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de, niyet-i hâlise ile şeffafiyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, semavat gibi nuranî sevab ve fazilet yerleşebilir.
Netice-i Kelam: Ey insafsız ve dikkatsiz ve imanı zaif, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam! Şu "On Aslı" nazara al. Sonra sen hilâf-ı hakikat ve kat'i muhalif-i vâki gördüğün bir rivayeti bahane ederek ehadîs-i şerifeye ve dolayısıyla Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma!. Zira evvela o "On Aslın" on dairesi, seni inkârdan vazgeçirir. "Hakiki bir kusur varsa bize aittir" derler, hadîse râci olamaz. "Eğer hakiki değilse, senin su-i fehmine aittir" derler. Elhasıl: İnkâr ve redde gitmek için, şu "On Aslı" tekzib ve iptal etmek lâzım gelir. Şimdi insafın varsa bu "On Usûlü" kemal-i dikkatle düşündükten sonra o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadîsin inkârına kalkışma! "Ya bir tefsiri, ya bir te'vili, ya bir tabiri vardır" de, ilişme.
Onbirinci Asıl: Nasıl Kur'an-ı Hakîm'in müteşabihatı var; te'vile muhtaçtır veyahut mutlak teslim istiyor. Ehadîsin de Kur'anın müteşabihatı gibi müşkilâtı vardır. Bazan çok dikkatli tefsire ve tabire muhtaçtır. Geçmiş misallerle iktifa edebilirsiniz.
Evet nasılki hüşyar olan adam, yatmış olan adamın rü'yasını tabir eder. Öyle de: Bazan uykuda olan bir adam, yanında uyanık olan konuşanların sözlerini işitiyor, fakat kendi âlem-i menamına tatbik eder bir tarzda mâna veriyor, tabir ediyor. Öyle de: Ey gaflet ve felsefe uykusu içinde tenvim edilen insafsız adam!. Sırr-ı ve hükmüne mazhar ve hakiki hüşyar ve yakzan olan Zâtın gördüğünü sen kendi rü'yanda inkâr değil, tabir et. Evet yukarıda bir adamı bir sinek ısırsa, müthiş bir harpte yaralar alır gibi bir hakikat-ı nevmiye bazan telâkki eder. Ondan sorulursa, "Hakikaten ben yaralandım. Bana top, tüfek atıldı" diyecek. Yanında oturanlar onun uykusundaki ıztırabına gülüyorlar. İşte bu nevm-âlud nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-ı Nübüvvette mihenk olamazlar.
Onikinci Asıl: Nazar-ı Nübüvvet ve tevhid ve iman; vahdete âhirette, uluhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i Usûl-üd Din ve ülema-i İlm-i Kelâm'ın makasıdı içinde görünmiyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir. İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmiştir. Fakat hakiki hikmet olan ulûm-u âliye-i İlahiye ve uhreiviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmiyenler, muhakkikîn-ı İslâmiyeyi, hükemalara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i Nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler.
Hem bir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-ı kat'iyesi, Kur'anın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ damenine erişemez. Nümune olarak bir misal zikrederiz:
Meselâ, Küre-i Arz ehl-i hikmet nazarıyla bakılsa hakikatı şudur ki:
Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur'an nazarıyla bakıldığı vakit- Onbeşinci Söz'de izah edildiği gibi- hakiatı şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan; en câmi', en bedi' ve en âciz, en aziz, en zaif, en lâtif bir mu'cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin; semaya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber manen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi.. bütün mu'cizat-ı san'atının meşheri, sergisi.. bütün tecelliyat-ı esmasının mazharı, nokta-i mihrakıyesi.. nihayetsiz faaliyet-i Rabbaniyenin mahşeri, ma'kesi.. hadsiz hallakıyet-i İlahiyenin hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva-ı sagîresinden cevvadane icadın medarı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebedineyin sür'atle işliyen tezgâhı ve menazır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besatîn-i dâimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.
Ses Yok