Sikke-i Tasdik-i Gaybi | Birinci Şua,Sekizinci Şua,Sekizinci Lema | 7
(1-68)
        İhtar: Sözler’in üç ismi olan Risale-in Nur veya Resail-in Nur veya Risalet-in Nur’daki şeddeli “nun” iki “nun” sayılmak, cifirce ağlebî bir kaidedir. Şeddeli harf bazan bir, bazan iki sayılabilir.
        Onaltıncı Âyet: لِلَّذِينَ آمَنُوا هُدًى وَ شِفَاءٌ dur. Şu şifalı âyet çok zamandır benim derdlerimin şifası ve ilâcı olduğu gibi eczahane-i kübra-yı İlahiye olan Kur’an-ı Hakîm’in tiryakî ilâçlarından, Risale-in Nur eczalarının kavanozlarından alarak belki bin manevî derdlerime bin kudsî şifayı buldum ve Resail-in Nur şakirdleri dahi buldular. Ve fenden ve felsefenin bataklığından çıkan ve tedavisi çok müşkil olan ve zındıka hastalığına mübtela olanlardan çokları onunla şifalarını buldular.
        İşte her derde şifa olan Kur’anın ilâçlarının bu zamanda bir kısım kavanozları hükmünde bulunan Resail-in Nur dahi bu şifadar âyetin bir medar-ı nazarı olduğuna kuvvetli bir emare şudur ki: Bu âyetin makam-ı cifrîsi olan bin üçyüz kırkaltı (1346) adedi Resail-in Nur’un bin üçyüz kırkaltıda şifadarane etrafa intişarının tarihine ve Mu’cizat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm namında olan risale-i hârikanın zaman-ı te’lifine tam tamına tevafukudur. Şu tevafuk hem münasebet-i maneviyeyi teyid ve onunla teeyyüd eder, hem remizden işaret derecesine çıkarıyor.
        Onyedinci Âyet: فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ deki قُلْ حَسْبِىَ اللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ nün makam-ı cifrîsi şeddeli “lâm”lar birer “lâm” ve şeddeli “kâf” bir “kâf” sayılmak cihetiyle bin üçyüz yirmidokuz (1329) ederek, harb-i umumînin başlangıcı zamanında Resail-in Nur’un başlangıcı olan İşarat-ül İ’caz tefsirinin tarih-i te’lifine tam tamına tevafukla beraber, şeddeli “kâf” iki “kâf” sayılmak cihetiyle bin üçyüz kırkdokuz (1349) ederek harb-i umumînin verdiği sarsıntılar zamanında Resail-in Nur’un “Hasbiyallahü” diyerek ehl-i dünyadan hiç bir yerde himaye görmeden belki tehacüme hedef olmakla beraber çekinmeyerek yalnız başlarıyla müşkilât içinde envâr-ı Kur’aniyeyi neşrettikleri aynı tarihe tam tamına tevafuku ise, her cihetiyle ayn-ı şuur olan âyâtta elbette tesadüfî olamaz. Belki bu gibi âyetler, en müşkil zaman olan bu asra dahi hususî bakarlar ve o âyâtı kendilerine rehber ittihaz eden bir kısım şakirdlerine hususî iltifat edip iltifatlarıyla teşci’ ederler.
        Bu âyet, sâbık âyetler gibi münasebet-i maneviyesi gerçi zahiren görünmüyor; fakat bir cihetle Resail-in Nur ile bir nevi münasebeti vardır. Şöyle ki: Onüç senedir (Haşiye1) bu âyet Risalet-ün Nur müellifinin ve sonra has şakirdlerinin mağribden sonra bir vird-i hususîleridir. Hem bu âyetin manasına bu zamanda tam mazhar ve herkes onlardan çekinmesinden fütur getirmeyerek “Hasbiyallahü” deyip mütevekkilane müşkilât-ı azîme içinde envâr-ı imaniyeyi ve esrar-ı Kur’aniyeyi neşreden, ehl-i imanı me’yusiyetten kurtaran başta Risalet-ün Nur ve şakirdleridir.
        Onsekizinci Âyet: اِنَّ حِزْبَ اللّهِ هُمُ الْغَالِبُونَ dir. Bu âyet mealiyle hizbullahın zahirî mağlubiyetinden gelen me’yusiyeti izale için kudsî bir teselli verir ve hizbullah olan hizb-i Kur’anînin hakikatta ve akibette galebesini haber verir. Ve bu asırda hizb-i Kur’anînin hadsiz efradından Resail-in Nur şakirdleri tezahür ettiklerinden bu âyetin küllî manasında hususî dâhil olmalarına bir emare olarak makam-ı cifrîsi olan bin üçyüzelli (1350) adedi ile Resail-in Nur şakirdlerinin zahirî mağlubiyetleri ve bir sene sonra mahpusiyetleri içinde manevî galebeleri ve metanetleri ve haklarında yapılan müdhiş imha plânını akîm bırakan ihlasları ve kuvve-i maneviyeleri tezahür etmesinin rumi tarihi olan bin üçyüzelli ve ellibir ve elliiki (1350-1351-1352) adedine tam tamına tevafuku elbette şefkatkârane, teselliyetdarane bir remz-i Kur’anîdir.
       Ondokuzuncu Âyet: وَ الَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ نُورُهُمْ يَسْعَى بَيْنَ اَيْدِيهِمْ وَ بِاَيْمَانِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَ اغْفِرْلَنَا
       Şu âyetin umum manasındaki tabakalarından bir tabaka-i işariyesi bu asra dahi bakıyor. Çünki يَقُولُونَ رَبَّنَا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا hem manaca kuvvetli münasebeti var, hem cifirce bin üçyüz yirmialtı (1326) ederek o tarihteki hürriyet inkılabından neş’et eden fırtınaların hengâmında herşeyi sarsan o fırtınaların ve harblerin zulümatından kurtulmak için nur arayan mü’minler içinde, Resail-in Nur şakirdleri az bir zaman sonra tezahür ettiklerinden bu âyetin efrad-ı kesîresinden bu asırda bir mâsadakı onlar olduğuna bir emaredir. وَاغْفِرْلَنَا cümlesi bin üçyüz altmışa (1360) bakıyor. Demek bundan beş-altı sene sonra istiğfar devresidir. Resail-in Nur şakirdleri o zamanda istiğfar dersini vereceğini remzen bir îmadır.
        Yirminci Âyet: وَ نُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَ رَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ Şu âyet-i azîme sarîhan asr-ı saadette nüzul-ü Kur’ana baktığı gibi, sair asırlara dahi mana-yı işarîsiyle bakar. Ve Kur’anın semasından ilhamî bir surette gelen şifadar nurlara işaret eder. İşte doğrudan doğruya tabib-i kulûb olan Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden ve ziyasından iktibas olunan Risalet-ün Nur, benim çok tecrübelerimle umum manevî derdlerime şifa olduğu gibi, Resail-in Nur şakirdleri dahi tecrübeleriyle beni tasdik ediyorlar. Demek Resail-in Nur bu âyetin bir mana-yı işarîsinde dâhildir. Ve bu dühûlüne bir emare olarak مَا هُوَ شِفَاءٌ وَ رَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ nin makam-ı cifrîsi bin üçyüz otuzdokuz (1339) ederek aynı tarihte Kur’andan ilham olunan Resail-in Nur bu asrın manevî ve müdhiş hastalıklarına şifa olmakla meydana çıkmağa başlamasından, bu âyet ona hususî remzettiğine bana kanaat veriyor. Ben kendi kanaatımı yazdım, kanaata itiraz edilmez.
        Yirmibirinci Âyet veya Âyetler: قُلْ اِنَّنِى هَدَينِى رَبِّى اِلَى صِرَاطٍٍ مُسْتَقِيمٍ ❊ وَ هَدَيهُ اِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ Sekiz-dokuz âyetlerde “Sırat-ı Müstakim”e nazarı çeviriyorlar. Ve bu doğru, istikametli yolu bulmak için daima Kur’anın nurundan her asırda o asrın zulmetlerini dağıtacak ve istikamet yolunu tenvir edecek Kur’andan gelen nurlar olmakla ve bu dehşetli ve fırtınalı asırda o doğru yolu şaşırtmayacak bir surette gösteren başta şimdilik Risalet-ün Nur tezahür ettiğinden, hem bu “Sırat-ı Müstakim” kelimesinin makam-ı cifrîsi -tenvin “nun” sayılmak cihetiyle- bin (1000) eder. Medde olmazsa dokuzyüz doksandokuz (999) ederek yalnız bir veya iki farkla (Haşiye 2) Risalet-ün Nur adedi olan dokuzyüz doksansekize (998) tevafukla, sekiz-dokuz âyetlerde “Sırat-ı müstakim” kelimeleri bu mezkûr iki âyet gibi Risalet-ün Nur’u “Sırat-ı müstakim”in efradına hususî idhal edip remzen ona baktırır ve istikametine işaret eder. Eğer صِرَاطٍ daki tenvin sayılmazsa, اَلنُّورِ daki şeddeli “nun” bir “nun” sayılır, yine tevafuk eder.
---------------------------------------
(Hâsiye1): Te'lif tarihine göredir.
(Haşiye 2):(Hâsiye): Yâni: Risalet-in-Nur'un mertebesi ikinci ve üçüncüde olduguna isarettir. Vahiy degil ve olamaz. Belki ilham ve istihractır.
Dinle
-