Sikke-i Tasdik-i Gaybi | Birinci Şua,Sekizinci Şua,Sekizinci Lema | 8
(1-68)
        Hem nasılki bu âyet Risale-in Nur’a ismiyle bakıyor, öyle de onun istihzarat zamanına da bakar. Çünki  هَدَينِى رَبِّى اِلَى صِرَاطٍٍ مُسْتَقِيمٍ in makam-ı cifrîsi bin üçyüz onaltı (1316) ederek Risalet-ün Nur müellifinin ihtiyarsız olarak istihzarat-ı Nuriyede bulunduğu ve umum malûmatını Kur’anın fehmine basamaklar yaptığı en hararetli tarihi olan bin üçyüz onaltı adedine tam tamına tevafuku elbette evvelki işaratı teyid ve onunla teeyyüd ederek Risalet-ün Nur’u daire-i harîmine remzen belki işareten dâhil ediyor.
        Cây-ı dikkat ve ehemmiyetli bir tevafuktur ki: Risalet-ün Nur müellifi bin üçyüz onaltı (1316) sıralarında mühim bir inkılab-ı fikrî geçirdi. Şöyle ki:
        O tarihe kadar ulûm-u mütenevviayı, yalnız ilimle tenevvür için merak ederdi, okurdu, okuturdu. Fakat birden o tarihte merhum vali Tahir Paşa vasıtasıyla Avrupa’nın Kur’ana karşı müdhiş bir sû’-i kasdları var olduğunu bildi. Hattâ bir gazetede İngiliz’in bir müstemlekât nâzırı demiş:
        “Bu Kur’an, İslâm elinde varken biz onlara hakikî hâkim olamayız. Bunun sukutuna çalışmalıyız.” dediğini işitti, gayrete geldi. Birden makam-ı cifrîsi bin üçyüzonaltı (1316) olan فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ fermanını manen dinleyerek bir inkılab-ı fikrî ile merakını değiştirdi. Bütün bildiği ulûm-u mütenevviayı Kur’anın fehmine ve hakikatlarının isbatına basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını, yalnız Kur’anı bildi. Ve Kur’anın i’caz-ı manevîsi, ona rehber ve mürşid ve üstad oldu. Fakat maatteessüf o gençlik zamanında çok aldatıcı ârızalar yüzünden bilfiil o vazifenin başına geçmedi. Bir zaman sonra harb-i umumînin tarraka ve gürültüsü ile uyandı. O sabit fikir canlandı, bilkuvveden bilfiile çıkmağa başladı.
        İşte hem ona, hem Risalet-ün Nur’a çok alâkası bulunan bu bin üçyüz onaltı (1316) tarihine çok âyetler müttefikan bakarlar. Meselâ: Nasılki  هَدَينِى رَبِّى اِلَى صِرَاطٍٍ مُسْتَقِيمٍ âyeti tam tamına tevafukla işaret eder. Aynen öyle de; bir âyet-i meşhure olan اِنَّ رَبِّى عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ makam-ı cifrîsi şeddeli “nun” bir “nun” sayılsa ve tenvin sayılmazsa bin üçyüz onaltı ederek aynen tam tamına o tarihe işaret eder. Hem nasılki yedi-sekiz surelerde gelen âyetler ve o âyetlerde gelen “Sırat-ı müstakim” cümleleri Risalet-ün Nur ismine tevafukla beraber, bu mezkûr iki âyet gibi bir kısmı Risalet-ün Nur te’lifinin tarihini de gösterir. Aynen öyle de; yedi aded surelerin başlarında yedi defa تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ cümle-i kudsiyesi makam-ı cifrîsi olan bin üçyüz onaltı veya yedi (1316-1317) ederek aynen tam tamına o bin üçyüz onaltı tarihine tevafukla işaret ettiği gibi, طس تِلْكَ آيَاتُ الْقُرْآنِ âyeti dahi aynen bin üçyüz onaltı ederek o bin üçyüz onaltı tarihine tevafukla işaret eder.
        Güya nasılki asr-ı saadette Kur’andaki iman hakikatlarına alâmetler, deliller ve o Kitab-ı Mübin’in davalarına bürhanları ve hüccetleri gözlere de göstermek manasında tekrar ile تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ ❊ تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ ❊ تِلْكَ آيَاتُ الْقُرْآنِ fermanlarıyla Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ilânat yapıyor. Öyle de, bu dehşetli asırda dahi bir mana-yı işarîsiyle, o âyât-ı Furkaniyenin bürhanları ve hakkaniyetinin alâmetleri ve hakikatlarının hüccetleri ve hak Kelâmullah olduğuna delilleri olan Resail-in Nur’a mana-yı işarîsiyle, alâmet ve bürhan ve emare ve delil manasıyla “âyâtın âyetleri” diye tekrar ile تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ ferman ederek nazar-ı dikkati Kur’an hesabına bu asra ve bu asırdaki Resail-in Nur’a çeviriyor itikad ediyorum.
        Evet herbir cihet ile ayn-ı şuur olan âyât-ı Kur’aniyenin böyle yirmi vecihle ve yirmi parmakla aynı şeye müttefikan işaretleri tasrih derecesinde bana kanaat veriyor. Benim kanaatıma iştirak etmeyen bu ittifaka ne diyecek ve ne diyebilir? Hangi kuvvet bu ittifakı bozar? Resail-in Nur bu asra gelen işarat-ı Kur’aniyeye hususî bir medar-ı nazar olduğuna kimin şübhesi varsa, Kur’anın kırk vecihle mu’cizesini isbat eden Mu’cizat-ı Kur’aniye namındaki Yirmibeşinci Söz ve Yirminci Söz’ün ikinci makamına ve haşre dair Onuncu Söz ve Yirmidokuzuncu Sözlere baksın, şübhesi izale olmazsa gelsin parmağını gözüme soksun.
        Yirmiikinci Âyet ve Âyetler: Hem Yunus, hem Yusuf, hem Ra’d, hem Hıcr, hem Şuara, hem Kasas, hem Lukman Surelerinin başlarında bulunan تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ ilân-ı kudsîsidir. Yirmibirinci âyetin hâtimesinde bunun münasebet-i maneviyesi bir derece beyan edilmiş. Cifrîsi ise, bu âyette üç “te” bin ikiyüz eder ve iki “kef” iki “lâm” yüz eder; yekûnü bin üçyüz. Bir “ye” bir “be” dört veya beş “elif” mecmuu bin üçyüz onaltı veya onyedi (1316-1317) ederek Resail-in Nur müellifi bir inkılab-ı fikrî ile ulûm-u mütenevviayı Kur’anın hakaikına çıkmak için basamaklar yaptığı bir tarihe tam tamına tevafuku münasebet-i maneviyesinin kuvvetine istinaden deriz:
        O tevafuk remzeder ki: Bu asırda Resail-in Nur denilen otuzüç aded Söz ve otuzüç aded Mektub ve otuzbir aded Lem’alar, bu zamanda, Kitab-ı Mübin’deki âyetlerin âyetleridir. Yani, hakaikının alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaik-i imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir. Ve تِلْكَ kelime-i kudsiyesinin işaret-i hissiyesiyle gözlere dahi görünecek derecede zahir olduğunu ifade eden böyle işarete lâyık delilleridir diye remzen Resail-in Nur’u bir işarî manasının küllî dairesine hususî ve medar-ı nazar bir ferdi olarak dâhil ediyor.
Dinle
-