Sikke-i Tasdik-i Gaybi | Birinci Şua,Sekizinci Şua,Sekizinci Lema | 11
(1-68)
        Üçüncü vecihte, yani bin ikiyüz doksanüç veya dört (1293-1294) olan makam-ı cifrîsiyle o tercümanın besmele-i hayat-ı dünyeviyesinin ibtidasına tam tamına tevafuk sırrıyla îma eder ki, onun hayatı çok dehşetli dağdağaları ve fırtınaları görmek ve çekmekle beraber daima Rahman ve Rahîm isimlerinin mazharı olarak rahmetle muhafaza ve şefkatle terbiye edileceğini remzen mün’imane haber veriyor. Bu suretle Kur’anın manevî i’cazından ihbar-ı gaybî nev’inin bir şuaını gösteriyor.
        Yirmialtıncı Âyet: Sure-i Hud’da فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ  وَ سَعِيدٌ âyetinin iki satır sonra gelen وَاَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا فَفِى الْجَنَّةِ âyetidir. Şu âyetin şeddeli “mim” ve şeddeli “lâm” ve şeddeli “nun” ikişer sayılmak ve اَلْجَنَّةِ deki “te” vakıfta olduğundan “he” olmak cihetiyle makam-ı cifrîsi bin üçyüz elliiki (1352) olmakla tam tamına Resail-in Nur şakirdlerinin en me’yusiyetli ve musibetli zamanları olan bin üçyüz elliiki tarihine tam tamına tevafukla o acınacak hallerinde kudsî ve semavî bir teselli, bir beşarettir. Ve âyetin münasebet-i maneviyesi bir-iki risalede, yani Keramat-ı Aleviyede ve Gavsiye’de beyan edilmiştir. وَاَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا deki َ سُعِدُواkelimesi فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ  وَ سَعِيدٌ deki سَعِيدٌ kelimesine Kur’an sahifesinde tam müvazi ve mukabil gelmesi, bu tevafuka bir letafet daha katar. Bu âyetin küllî ve çok geniş mana-yı kudsîsinin cüz’iyatından Risale-i Nur şakirdleri gibi teselliye çok muhtaç bir cüz’îsi bu asırda bin üçyüz elliikide bulunduğuna tam tamına tevafukla işaret ederek başına parmak basıyor.
        Eğer فَفِى الْجَنَّةِ kelimesinde vakfedilmezse ve خَالِدِينَ kelimesiyle rabtedilse, o vakit “te”, “he” olmaz. Fakat daha latif tesellikâr bir tevafuk olur. Çünki وَاَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا kaide-i nahviyece mübtedadır. فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدِينَ onun haberidir. Bu haber ise, makam-ı cifrîsi olan bin üçyüz kırkdokuz (1349) adediyle, bin üçyüz kırkdokuz tarihinden beşaretle remzen haber verir. Ve o tarihte bulunan Kur’an hizmetkârlarından bir taifenin ashab-ı Cennet ve ehl-i saadet olduğunu mana-yı işarîsiyle ve tevafuk-u cifrî ile ihbar eder ve bu tarihte Risale-i Nur şakirdleri Kur’an hesabına fevkalâde hizmetleri ve tenevvürleri ve çok mühim risalelerin te’lifleri ve başlarına gelen şimdiki musibetin, düşmanları tarafından ihzaratı tezahür ettiğinden, elbette bu tarihe müteveccih ve işarî, tesellikâr bir beşaret-i Kur’aniye en evvel onlara baktığını gösterir.
        Evet فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدِينَ de şeddeli “nun” bir “nun” sayılmak cihetiyle ت dörtyüz, خ altıyüz; bin eder. İki ن yüz, bir ى iki ف bir ل ikiyüz; diğer ل otuz, ikinci ى on, iki elif iki, bir ج üç, bir د dört, kırk dokuz eder ki; yekûnü bin üçyüz kırkdokuz (1349) eder.
        Bu müjde-i Kur’aniyenin binden bir vechi bize teması, bin hazineden ziyade kıymetdardır. Bu müjdenin bir müjdecisi, bir sene evvel görülmüş bir rü’ya-yı sadıkadır. Şöyle ki: Isparta’da başımıza gelen bu hâdiseden bir ay evvel bir zâta rü’yada (ona) deniliyor ki:
        “Resail-in Nur şakirdleri, iman ile kabre girecekler, imansız vefat etmezler.”
        Biz o vakit o rü’yaya çok sevindik. Demek o müjde, bu müjde-i Kur’aniyenin bir müjdecisi imiş. (Haşiye)
        Yirmiyedinci Âyet: Sure-i Saf’da يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ dur. Bu âyetteki نُورَ اللّهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّهُ مُتِمُّ نُورِهِ cümlesinin makam-ı cifrîsi, bin üçyüz onaltı veya yedidir (1316-1317). Ve bu tarih ise; sâbıkan yirmibirinci âyetin hâtimesinde zikredilen inkılab-ı fikrî sadedinde; Avrupa’nın bir müstemlekât nâzırı, Kur’anın nurunu söndürmesine çalışması tarihine ve Resail-in Nur müellifi dahi ona karşı o inkılab-ı fikrî sayesinde o nuru parlatmağa çalışması aynı tarihe, hem yedi surede yedi defa  تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ aynı tarihe, hem طس تِلْكَ آيَاتُ الْقُرْآنِ dahi aynı tarihe, hem هَدَينِى رَبِّى اِلَى صِرَاطٍٍ مُسْتَقِيمٍ dahi aynı tarihe, hem اِنَّ رَبِّى عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ dahi şeddeli “nun” bir “nun” sayılmak ve tenvin sayılmamak cihetiyle aynı tarihe, hem فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ fermanı dahi aynı tarihe, hem نُورَ اللّهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّهُ مُتِمُّ نُورِهِ dahi aynı tarihe bil’ittifak muvafakatları elbette remizden, işaretten, delaletten ziyade bir sarahattır ki; Risale-i Nur o Nur-u İlahînin bir lem’ası olacağını ve düşmanları tarafından gelen şübehat zulümatını dağıtacağını mana-yı işarîsiyle müjdeliyor. Hem bu cifrî ve müteaddid ve manidar tevafuklar ise, kuvvetli bir münasebet-i maneviyeye istinad ederler.
        Evet Resail-in Nur’un yüzyirmi dokuz risaleleri, yüzyirmi dokuz elektrik lâmbalarının şişeleri misillü Kur’an nur-u a’zamından uzanan tellerin başlarına takılıp o nuru neşrettikleri meydandadır. Risale-i Nur’un yarı ismi iki defa bu cümle-i âyette bulunmasıyla o münasebeti letafetlendiriyor.
-----------------------------------------
(Haşiye): Cihan saltanatından daha ziyade kıymetdar bir müjde-i Kur’aniye, bir beşaret-i semaviye bu sahifede vardır.
Dinle
-