Sikke-i Tasdik-i Gaybi | Birinci Şua,Sekizinci Şua,Sekizinci Lema | 13
(1-68)
        Beşincisi: الر كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ deki اِلَيْكَ kelimesi Kur’ana has baktığı için hariç kalmak üzere, الر كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ cümlesinin makamı Risalet-ün Nur’un birinci ismine tam tamına tevafuk etmesi Risalet-ün Nur’un, Kitab-ı Münzel’in tam bir tefsiri ve manası olduğunu ve ondan yabani olmadığını remzen ifade eder. Çünki الر üçyüz sekseniki, كِتَابٌ dörtyüz yirmiüç, اَنْزَلْنَاهُ yüz kırkdört, yekûnü dokuzyüz kırkdokuz (949); eğer tenvin “nun” sayılsa dokuzyüz doksandokuz (999) ederek Risalet-ün Nur’un -eğer şeddeli “nun” bir “nun” sayılsa- adedi olan dokuzyüz kırksekize, eğer şeddeli “nun” iki “nun” olsa dokuzyüz doksansekize (998) sırlı (yani vahiy olmadığını ifade için) birtek farkla tevafuk edip ona îma eder.
        Elhasıl: Bu birtek âyette mezkûr beş cümlenin münasebet-i maneviyeyi gözeterek beş aded îmaları bir kuvvetli işaret, belki bir delalet hükmüne geçebilir kanaatı bana bunu yazdırdı. Hata etmişsem Kitab-ı Mübin’i şefaatçı edip Erhamürrâhimîn’den kusurumun afvını niyaz ederim.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
* * *

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
       
        Yirmidokuzuncu Âyetin sehvine dair tafsilât
        Küçük bir sehivden kuvvetli bir işaret-i gaybiye gördüm. Ondan bildim ki, o sehiv bunun içinmiş.
        Şöyle ki: Birinci Şua olan İşarat-ı Kur’aniyenin yirmidokuzuncu âyet Sure-i İbrahim’in başında, الر كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ içinde اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ cümlesine makam-ı cifrîsi sehven bin üçyüz otuzdört (1334) ederek Risale-i Nur’un fatihası olan İşarat-ül İ’caz Tefsirinin zuhuru ve tab’ı tarihine tevafukla bakar denilmiş. Halbuki melfuz harflerinin makamı, bin üçyüz otuzdokuz (1339) olup o tefsirin fevkalâde iştiharı ve Dâr-ül Hikmet tarafından ekser müftülere gönderilen nüshalar, müteaddid ve maddî ve manevî inkılabların sarsıntılarından vikaye noktasında -çok emareler ve müftülerin itirafıyla- birer kal’a ve ekser müftülerin ellerinde birer elmas kılınç hükmüne geçmeleri tarihine tevafukla takdirkârane bakar. Okunmayan iki “elif” sayılsa, bin üçyüz kırkbir (1341) edip Risale-i Nur’un mebde-i zuhuruna tam tamına tevafukla bakar.
        Bu küçük sehiv şöyle bir manayı birden kuvvetli ihtar etti ki: O Sure-i İbrahim’in başındaki âyetin Risale-i Nur’a remzen bakan yalnız onun dört cümlesi değil, belki o birinci sahife âhirine kadar münasebat-ı maneviye cihetinde bir mana-yı remziyle -efrad-ı kesîresi içinde- Risale-i Nur’a gizli bir hususiyet ile îma eder, remzen bakar. Ben şimdilik o hakikat-ı remziyeyi beyan edemem. Yalnız kısa bir işaret edilecek.
        Evet Risale-i Nur’un mayası ve meşrebi tefekkür ve şefkat olduğu cihetle, Hazret-i İbrahim’in (A.S.) hususî meşrebi olan tefekkür ve şefkat noktasında tam tevafuk etmek sırrıyla şu surede daha ziyade Risale-i Nur’u kucağına alıyor. Baştaki âyet, dört cümle ile en karanlık bir asrın kara kara içinde, zulmet zulmet içinde insanları nura çıkaran ve Kur’andan çıkan bir nura parmak bastığı gibi; en karanlık içinde bulunan ve Risale-i Nur’un cereyanına muhalif gidenleri tarif eder.
        Üçüncü Âyet:  َالَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلآخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا اُولئِكَ فِى ضَلاَلٍ بَعِيدٍ
        Bu dahi, üç cümlesiyle bazı münasebat-ı maneviye ve muvafakat-ı mefhumiye cihetinde ve hem Risale-i Nur’un mesleğine, hem mülhidlerin mesleğine îmaen bakar. Ve birinci cümlesiyle der ki: “O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delaletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi; sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidane tercih edip dinsizlik ile iftihar ederler.” Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünki hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalalet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.
        Ve ikinci cümlesi olan  وَ يَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللّهِ  ile der ki: “O bedbahtların dalaleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş’et ettiği için kendi halleri ile durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onun ile ecdadları bağlı olan dine adavetkârane, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”
        Ve üçüncü cümlesi olan وَ يَبْغُونَهَا عِوَجًا ile der ki: “Onların dalaleti fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlahî kanunların şualarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsaid görmediklerinden (hâşâ! hâşâ!) eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.”
Dinle
-