Sikke-i Tasdik-i Gaybi | Birinci Şua,Sekizinci Şua,Sekizinci Lema | 10
(1-68)
        Dördüncüsü: Yüksek edibler bu hesabı, edebî bir kanun-u letafet kabul edip, eski zamandan beri onu istimal etmişler. Hattâ letafetin hatırı için, iradî ve sun’î ve taklidî olmamak lâzım gelirken, sun’î ve kasdî bir surette o gaybî anahtarların taklidini yapıyorlar.
        Beşincisi: Ulûm-u riyaziye ülemasının münasebet-i adediye içinde en latif düsturları ve avamca hârika görünen kanunları, bu hesab-ı tevafukînin cinsindendirler. Hattâ fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm bu tevafuk-u hesabîyi bir düstur-u nizam ve bir kanun-u vahdet ve insicam ve bir medar-ı tenasüb ve ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak yapmış. Meselâ; nasılki iki elin ve iki ayağın parmakları, a’sabları, kemikleri, hattâ hüceyratları, mesamatları hesabca birbirine tevafuk ederler. Öyle de; bu ağaç, bu baharda ve geçen bahardaki çiçek, yaprak, meyvece tevafuk ettiği gibi, bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevafuk ve istikbal baharları dahi mazi baharlarına ihtiyar ve irade-i İlahiyeyi gösteren sırlı ve az farkla muvafakatları, Sâni’-i Hakîm-i Zülcemal’in vahdetini gösteren kuvvetli bir şahid-i vahdaniyettir.
        İşte madem bu tevafuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usûl-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette menba-ı ulûm ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekviniyesi ve edebiyatın mu’cize-i kübrası ve lisan-ül gayb olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, o kanun-u tevafukîyi işaratında istihdam, istimal etmesi i’cazının muktezasıdır.
        İhtar bitti, şimdi sadede geliyoruz.
        Sure-i Zümer, Câsiye, Ahkaf’ın başlarındaki تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ olan âyetler, sâbık ihtarın ikinci noktasında, münasebet-i maneviyesi beyan edildiğinden burada yalnız cifrî remzini beyan edeceğiz.
        Şöyle ki: İki “te” sekizyüz, iki “nun” yüz, iki “mim” seksen, iki “kef” kırk, üç “ze” yirmibir, üç “ye” otuz, bir “be” bir “ha” on, “Lafzullah” altmış yedi, bir “ayn” yetmiş, dört “lâm” dört “elif” yüz yirmi dört olup yekûnü bin üçyüz kırkiki (1342) ederek bu asrın şu tarihine nazar-ı dikkati celbetmekle beraber, Kur’anın tenziliyle çok alâkadar bir Nur’a parmak basıyor. Ve o tarihten az sonra Mu’cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) Risalesi ve Yirminci ve Yirmidördüncü Mektublar gibi Risalet-ün Nur’un en nurani cüzleri meydan-ı intişara çıkmaları ve Kur’anın kırk vecihle i’cazını isbat eden Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesiyle haşre dair Onuncu Söz’ün ikisinin kırkikide intişarları ve kırkaltıda fevkalâde iştiharları aynı tarihte olması bir kuvvetli emaredir ki, bu âyet ona hususî bir iltifatı var. Hem nasılki bu âyetler te’lif ve intişarına işaret ederler, öyle de; yalnız تَنْزِيلُ الْكِتَابِ kelimesi Risalet-ün Nur’un ismine -şeddeli “nun” bir “nun” sayılmak cihetiyle- gayet cüz’î bir farkla tevafuk edip remzen bakar, kendine kabul eder. Çünki تَنْزِيلُ الْكِتَابِ kelimesi dokuzyüz ellibir (951) ederek Risalet-ün Nur’un makamı olan dokuzyüz kırksekize (948) sırlı üç farkla tevafuk noktasından bakar.
        Birden hatıra geldi ki: Bu üç farkın sırrı ise Risalet-ün Nur’un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil, belki ekseriyetle Kur’anın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı Kur’aniyedir.
        Cây-ı dikkattir ki, birinci حم olan Sure-i Mü’min’de تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّهِ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ makam-ı cifrîsi, bazı mühim âyetler gibi bin üçyüz yetmişe (1370) bakıyor. Acaba onbeş-yirmi sene sonra başka bir nur-u Kur’an zuhur mu edecek, yahut Resail-in Nur’un bir inkişaf-ı fevkalâde ile bir fütuhatı mı olacak bilmediğimden o kapıyı açamıyorum.
        Yirmibeşinci Âyet: حم ❊ تَنْزِيلٌ مِنَ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ âyet-i kudsiyesidir. Bu âyetin mana-yı işarîsi, Resail-in Nur ile münasebeti çok kuvvetlidir. Bir ciheti şudur ki: Risalet-ün Nur’un ve şakirdlerinin mesleği, dört esas üzerine gidiyor.
        Birincisi tefekkürdür; Hakîm ismine bakıyor.
        Biri de şefkattir, hadsiz olan fakrını hissetmektir ki; Rahman ve Rahîm isimlerine bakıyor.
        Hem şu âyet nasılki Resail-in Nur’un te’lif ve tekemmül tarihine tevafukla parmak basıyor, öyle de تَنْزِيلٌ kelimesiyle -vakf mahalli olmadığından tenvin “nun” sayılmak cihetiyle- makamı beşyüz kırkyedi (547) olarak Sözler’in ikinci ve üçüncü ismi olan Resail-in Nur ve Risale-i Nur’un adedi olan beşyüz kırksekiz veya kırkdokuza (548-549) şeddeli “nun” bir “nun” sayılmak cihetiyle pek cüz’î ve sırlı bir veya iki farkla tevafuk ederek remzen ona bakar, dairesine alır.
        Hem حم ❊ تَنْزِيلٌ مِنَ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ in makam-ı cifrîsi, bir vecihle, yani tenvin “nun” sayılsa ve şeddeli iki “ra”daki lâm-ı aslî hesab edilse حم , حَامِيمْ telaffuzda olduğu gibi olsa, bin üçyüz ellidört veya beş (1354-1355) eder. Ve diğer bir vecihte, yani tenvin sayılmazsa bin üçyüz dört (1304) eder; üçüncü vecihte, yani telaffuzda bulunmayan iki “lâm” hesaba girmezse bin ikiyüz doksandört (1294) eder.
        Birinci vecihte tam tamına Resail-in Nur’un te’lifçe bir derece tekemmülü ve fevkalâde ehemmiyet kesbetmesi ve fırtınalara tutulması ve şakirdleri kudsî bir teselliye muhtaç oldukları Arabî tarihiyle şu bin üçyüz ellibeş ve ellidört tarihine, hem otuzbir aded Lem’alar’dan ibaret olan “Otuzbirinci Mektub”un te’lif zamanına, hem o mektubun Otuzbirinci Lem’asının vakt-i zuhuruna ve o lem’adan Birinci Şua’ın te’lifine ve o şua’ın yirmidokuz makamında otuzüç aded âyâtın Risale-i Nur’a işaretleri istihrac edildiği hengâmına ve yirmibeşinci âyetin Risale-i Nur’a îmaları yazıldığı şu zamana, şu dakikaya, şu hale tam tamına tevafuku ise, Kur’an’ın i’caz-ı manevîsine yakışıyor. Gayet latif ve müjdeli bir tevafuktur.
        İkinci vecihte, yani binüçyüz dört (1304) makamıyla Risale-i Nur’un tercümanı, Risale-i Nur’un basamakları olan mebadi-i ulûma besmele-keş olduğu ve fütuhat-ı Nuriyede besmelesini çektiği ve fatiha-i hayat-ı ilmiyede “Bismillahirrahmanirrahîm” okuduğu zamanına tam tamına tevafukla parmak basıyor, arkasını sıvatıyor, “Haydi git, selâmetle çalış” remzen diyor.
Dinle
-