Hem kâh olur ki, bir kelimenin içine sarihan, işareten, remzen, îmâen bir dâvanın çok bürhânlarını derceder. Meselâ:
de âyât ve delâil-i vahdâniyyet silsilesini teşkil eden silsile-i hilkat-ı kâinatın mebde’ ve mühtehasını zikr ile o ikinci silsileyi gösterir, birinci silsileyi okutturuyor. Evet bir Sâni’-i Hakîm’e şehadet eden sahaif-i âlemin birinci derecesi, semâvat ve arzın asl-ı hilkatleridir. Sonra gökleri yıldızlarla tezyin ile zeminin zîhayatlarla şenlendirilmesi, sonra Güneş ve Ay’ın teshiriyle mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilaf ve deveranı içindeki silsile-i şuunattır. Daha gele gele tâ kesretin en ziyâde intişar ettiği mahal olan sîmâların ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına kadar... Mâdem ki en ziyâde intizâmdan uzak ve tesadüfün karışmasına maruz olan ferdlerin sîmâlarındaki teşahhusatta hayret verici bir intizâm-ı hakîmane bulunsa, üzerinde gayet san’atkâr bir hakîmin kalemi işlediği gösterilse, elbette intizâmları zâhir olan sâir sahifeler kendi kendine anlaşılır, nakkaşını gösterir. Hem mâdem koca semâvat ve arzın asl-ı hilkatinde eser-i san’at ve hikmet görünüyor. Elbette kâinat sarayının binasında temel taşı olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin sâir eczalarında eser-i san’atı, nakş-ı hikmeti pekçok zâhirdir. İşte şu âyet, hafîyi izhar, zâhirîyi ihfa ederek gayet güzel bir îcaz yapmış. Elhak:
den tut, tâ
e kadar altı defa ile başlayan silsile-i berahin, bir silsile-i cevâhirdir, bir silsile-i nurdur, bir silsile-i i’câzdır, bir silsile-i îcaz-ı i’câzîdir. Kalb istiyor ki, şu definelerde gizli olan elmasları göstereyim. Fakat, ne yapayım makam kaldırmıyor. Başka vakte talik edip, o kapıyı şimdi açmıyorum.
Hem meselâ:
kelâmıyla kelimesi ortalarında şunlar var: