“Ey bizi ni’metleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını, menba’larını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz ni’metlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb’îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu mutî raiyyetini başı boş bırakıp îdam etme.” diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun. Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir pâdişah, hiç mümkün müdür ki; en edna bir adamın en edna bir merâmını ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir Yâver-i Ekreminin en güzel bir maksûdunu yerine getirmesin? Halbuki, O sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem pâdişahın marzîsi, hem merhamet ve adâletinin muktezasıdır. Hem O’na rahattır, ağır değil. Bu misafirhânelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez. Mâdem nümûnelerini göstermek için beş-altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette hakikî hazinelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.
Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar, başı boş değiller; saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar...
ALTINCI SURET: İşte gel bak, bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, teçhizâtlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır, (Hâşiye) hükmediyor. Böyle bir saltanat, kendisine lâyık bir raiyyet ister. Halbuki görüyorsun, bütün raiyyet bu misâfirhanede toplanmışlar. Misâfirhane ise her gün dolar, boşanır. Hem, bütün râiyyet manevra için bu meydan-ı imtihanda bulunuyorlar. Meydan ise, her saat tebdil ediliyor.
Hâşiye: Meselâ: Nasıl şu zamanda manevra meydanında harb usûlünde, “Silâh al, süngü tak” emriyle koca bir ordu baştan başa dikenli bir meşegâha benzediği gibi; her bir bayram gününde resm-i geçit için: “Formalarınızı takıp, nişanlarınızı asınız” emrine karşı ordugâh, serâser rengârenk çiçek açmış müzeyyen bir bahçeyi temsil ettiği misillü; öyle de rûy-i zemin meydanında, Sultân-ı Ezelî'nin nihayetsiz envâ'-ı cünudundan melek ve cin ve ins ve hayvanlar gibi şuursuz nebâtat tâifesi dahi, hıfz-ı hayat cihadında Emr-i ile: “Müdafaa için silâhlarınızı ve cihazâtınızı takınız” Emr-i İlâhîyi aldıkları vakit, zemin baştan aşağıya bütün ondaki dikenli ağaçlar ve nebatlar süngücüklerini taktıkları zaman, aynen süngülerini takmış muhteşem bir ordugâha benziyor.
Hem baharın herbir günü, herbir haftası, birer tâife-i nebatâtın birer bayramı hükmünde olduğu için, herbir tâifesi dahi kendi Sultanının o tâifeye ihsan ettiği güzel hediyeleri teşhir için ona taktığı murassa nişanları birer resm-i geçit tarzında o Sultan-ı Ezelî'nin nazar-ı şuhud ve ve eşcar gûya “San'at-ı Rabbâniyye murassaatını ve çiçek ve meyve denilen fıtrat-ı İlâhiyyenin nişanlarını takınız, çiçekler açınız” Emr-i Rabbâniyyeyi dinliyorlar ki, rûy-i zemin dahi gayet muhteşem bir bayram gününde, şahane resm-i geçitte, sürmeli formaları ve murassa nişanları parlayan bir ordugâhı temsil ediyor.
İşte şu derece hikmetli ve intizâmlı teçhizât ve tezyinât; elbette nihayetsiz kadîr bir sultanın, nihayet derecede hakîm bir hâkimin emriyle olduğunu kör olmayanlara gösterir.