Sözler | YirmiÜçüncü Söz | 322
(311-331)

İşte aynen onun gibi; insânın mâhiyetine, kudretten ehemmiyetli cihâzât ve kaderden kıymetli programlar tevdi edilmiş. Eğer insân, şu dar âlem-i arzîde, hayat-ı dünyeviyye toprağı altında o cihazât-ı mânevîyyesini nefsin hevesâtına sarfetse; bozulan çekirdek gibi bir cüz’î telezzüz için kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mes’uliyyet-i mânevîyyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir.

Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, îmânın ziyâsıyla ubûdiyet toprağı altında terbiye ederek, evâmir-i Kur’aniyyeyi imtisâl edip cihâzât-ı mânevîyyesini hakikî gayelerine tevcih etse, elbette âlem-i misâl ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennet’te hadsiz kemâlât ve ni’metlere medâr olacak bir şecere-i bâkiyyenin ve bir hakikât-ı dâimenin cihâzâtına câmi’ kıymettar bir çekirdek ve revnakdar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübârek ve münevver bir meyvesi olacaktır.

Evet hakikî terakki ise; insâna verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sâir kuvvelerin hayat-ı ebediyyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyyet ile meşgul olmaktadır. Yoksa ehl-i dalaletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflisini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse; o terakki değil, sukuttur. Şu hakikati bir vâkıa-i hayâliyyede, şöyle bir temsilde gördüm ki:

Ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki, o şehirde büyük saraylar var. Bâzı sarayların kapısına bakıyorum, gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celbeder, herkesi eğlendirir bir cazibedârlık vardı. Dikkat ettim ki, o sarayın efendisi kapıya gelmiş, it ile oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar, yabanî gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi, çocukların oynamasını tanzim ediyorlar. Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bomboş. Hep nazik vazifeler muattal kalmış. Ahlâkları sukut etmiş ki, kapıda bu sûreti almışlardır.

Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rast geldim. Gördüm ki; kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sâkin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim. Ne için o öyle? Bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki, içerisi çok şenlik... Daire daire üstünde, ayrı ayrı nazik vazifeler ile saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar sarayın idaresini, tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar, çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanımlar, gayet lâtif san’atlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar.

Səs yoxdur