O ene mâhiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücûbun künûzunu dahi açar. Şu mes’eleye dair “Şemme” isminde bir risale-i arabiyyemde şöyle bahsetmişiz ki: Âlemin miftahı insânın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakîkaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle insâna ene namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyyet vermiş ki; Hallâk-ı Kâinat’ın künûz-u mahfiyyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlâk bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mâhiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır. Şöyle ki:
Sâni-i Hakîm, insânın eline emanet olarak, Rubûbiyyetinin sıfât ve şuûnatının hakîkatlarını gösterecek, tanıttıracak, işârat ve nümûneleri câmi’ bir ene vermiştir. Tâ ki; o ene, bir vâhid-i kıyâsî olup, evsaf-ı Rubûbiyyet ve şuûnat-ı Ulûhiyyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyâsî, bir mevcûd-u hakikî olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücûdu lâzım değildir.
SUAL: Niçin Cenâb-ı Hakk’ın sıfât ve esmâsının mârifeti, “Enaniyyete” bağlıdır?
ELCEVAB: Çünki mutlak ve muhît bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir sûret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mâhiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziyâ, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenâb-ı Hakk’ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyyet yapar. Kendinde bir rubûbiyyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer. Onun ile mûhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’eder. “Buraya kadar benim, ondan sonra O’nundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mâhiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rubûbiy-yetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rubûbiyyetini anlar ve zâhir mâlikiy-yetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu hâneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir.” der ve cüz’î ilmiyle O’nun ilmini fehmeder ve kesbî san’atçığıyla O Sâni’-i Zülcelâl’in ibdâ-i san’atını anlar.