Bu parça; meb’uslara ve umum kumandanlara ve ulemalara okutturulmakla, reisle şiddetli bir münakaşaya sebebiyet verir. Bir gün divan-ı riyasette, elli altmış meb’us içinde, karşılıklı fikir teatisinde, M. Kemâl Paşa:
— Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır; sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dâir şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz, der. Bu söz üzerine; Bediüzzaman, birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak:
— Paşa.. paşa! İslâmiyette, îmandan sonra en yüksek hakîkat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur, der. Fakat paşa tarziye verir, ilişemez.
Bediüzzaman, Ankara’da bulunduğu müddetçe, en birinci maksadı olan, Şark Dâr-ül-fünununun te’sisi için uğraşmaktan kat’iyyen geri durmadı.
Bir gün meb’uslar heyetine der:
— Bütün hayatımda bu Dâr-ül-fünunu takib ediyorum. Sultan Reşad ve İttihadcılar, yirmi bin altın lira verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz...
O zaman, yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Bunun üzerine, “Bunu meb’uslar imza etmelidirler” der. Ba’zı meb’uslar diyorlar ki:
— Yalnız; sen, medrese usuliyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun; halbuki şimdi garblılara benzemek lâzım.
Bediüzzaman:
— O Vilâyât-ı Şarkiye, Âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmündedir; fünûn-u cedide yanında, ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü: Ekser enbiyanın Şarkta, ekser hükemanın Garbda gelmesi gösteriyor ki; Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünûn-u cedide okuttursanız da, Şarkta her halde; millet, vatan maslahatı nâmına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa, Türk olmayan müslümanlar, Türke hakîki kardeşliğini hissedemiyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız. Hattâ bu husûsta size bir hakîkatlı misâl vereyim: