Tarihçe-i Hayat | Dördüncü Kısım - Kastamonu Hayatı | 305
(281-398)

................................................

Hem o eski dost zâta, hem ehl-i dikkate ve sizlere beyân ediyorum ki: Kur’ân-ı Mu’cizül-Beyân’ın feyziyle Yeni Said, hakâik-ı îmaniyeye dâir o derece mantıkî ve hakîkatlı bürhanlar zikrediyor ki ; değil Müslüman uleması, belki en muannid Avrupa feylesoflarını da teslime mecbûr ediyor ve etmektedir. Amma, Risâle-i Nur’un kıymet ve ehemmiyetine işarî ve remzî bir tarzda Hazret-i Ali (R.A.) ve Gavs-ı Âzam’ın (R.A.) ihbaratı nev’inden, Kur’ân-ı Mu’cizül-Beyân’ın dahi, bu zamanda bir mu’cize-i ma’nevîyesi olan Risâle-i Nur’a nazar-ı dikkati celbetmesi, ma’na-yı işârî tabakasından remiz ve îmaları, i’cazının şe’nindendir ve o lîsan-ı gaybînin belâgat-ı mu’cizekârânesinin muktezasıdır. Evet; Eskişehir hapishânesinde, dehşetli bir zamanda, kudsî bir teselliye pek muhtaç olduğumuz hengâmda ma’nevî bir ihtarla; “Risâle-i Nur’un makbuliyetine dâir eski evliyâlardan şâhid getiriyorsun. Halbuki;


sırriyle, en ziyâde bu mes’elede söz sâhibi Kur’ândır. Acaba Risâle-i Nur’u Kur’ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?” denildi. O acib sual karşısında bulundum. Ben de Kur’ân’dan istimdat eyledim. Birden, otuz üç âyetin ma’na-yı sarîhinin teferruatı nev’indeki tabakatından ma’na-yı işârî tabakasında ve o ma’na-yı işarî külliyetinde dâhil bir ferdi Risâle-i Nur olduğunu ve duhulüne ve medâr-ı imtiyazına bir kuvvetli karine bulunduğunu bir saat zarfında hissettim ve bir kısmını bir derece îzahlı, bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatımca hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ben de, ehl-i îmanın îmanını Risâle-i Nur’la muhafaza niyetiyle o kat’i kanaatımı yazdım ve has kardeşlerime, mahrem tutulmak şartiyle verdim. Ve o risâlede, biz demiyoruz ki, Âyetin ma’na-yı sarîhi budur. Ta hocalar “Fihî nazarun” desin. Hem dememişiz ki ma’na-yı işarînin külliyeti budur.

Səs yoxdur