Bu çok dehşetli ve acınacak vaziyette, rikkat-i cinsiye ve şefkat-i nev’iye ve akıl alâkadarlığı ile onların hâline o derece acıdı ve mahzun ve me’yus ve Cehennem azabı gibi elemler alırken ve o perişan âleme girdiğine bin pişman olurken, birden hikmet-i Kur’âniye imdâdına yetişti,
dürbününü verdi. “Bak” dedi. Baktı, gördü ki:
tecellisiyle Rahman, Rahîm, Rezzak, Mün’im, Kerîm, Hafîz gibi çok esmâ-i İlâhîyenin her biri, birer Güneş gibi
gibi âyetlerin burçlarında tulû ettiler. O insan ve hayvan dünyasını rahmetle, ihsanla doldurup bir nevi muvakkat Cennete çevirdiler. Ve bu şâyân-ı temâşâ, güzel, ibretli, misafirhânenin mihmandar-ı kerîmini tam bildirdiklerini bildi. Bin kerre
dedi.
Seyahatındaki yüzer müşahedatından üçüncü nümûnesi: Hâlıkını, isimlerinin ve sıfatlarının tecelli ve cilveleriyle tanımak isteyen o dünya seyyahı, akıl ve hayaline dedi ki: “Haydi! Ruhlar ve melekler gibi biz dahi cesedimizi yerde bırakıp göklere çıkacağız. Hâlıkımızı semâvâttakilerden soracağız. Ruh hayâle ve akıl fikre bindiler, semâya çıktılar. Kozmoğrafya fennini kendilerine rehber ettiler. Dini dinlemeyen bir felsefe nazariyle,
cereyanlarına baktılar. Gördü ki: Küre-i arzdan bin def’a büyük, top güllesinden yüz def’a çabuk hareket edenler içlerinde bulunan binler kütleler, ateş saçan yıldızlar; şuursuz, câmid, serseri gibi birbiri içinde sür’atle gezerler. Bir dakika bir tesadüfle biri yolunu şaşırsa; o boş ve hududsuz ve hadsiz, nihayetsiz âlemde bir şuursuz küre ile çarpmak sûretinde kıyamet gibi bir herc ü merce sebeb olur.