O seyyah, hangi tarafa baktı ise; dehşet ve vahşet ve hayret ve korkmak aldı, göğe çıktığına bin pişman oldu. Akıl ve hayal bütün bütün bozuldular. “Bizim vazifemiz güzel hakîkatları görmek ve göstermek iken, böyle Cehennem gibi çirkin ve azablı ma’naları bilmek, müşahede etmek vazifesinden istifa ediyoruz ve istemiyoruz” derken, birden:
tecellisi ile,
gibi çok isimler, her biri birer Güneş gibi
gibi âyetlerin burçlarında tulû ettiler. Bütün semâvâtı nurla, meleklerle doldurdular, bir büyük câmiye ve mescide ve ordugâha çevirdiler. O seyyah
cereyanına girdi. Dâllînden,
’den kurtuldu. Birden, Cennet gibi muntazam, güzel, muhteşem bir memleket gördü. Her tarafta Hâlık-ı Zülcelâl’i bildiriyorlar, bir vaziyeti müşahedesiyle, akıl ve hayalin kıymetleri ve vazifeleri bin derece terakki etti.
İşte o seyyahın kâinattaki seyahatının yüzer nümûnesinden bu mezkûr üç nümûneye kıyasen sâir müşahedatını ve isimlerin cilveleriyle Vâcib-ül Vücûd’un mârifetini, Risâle-i Nur’a havale edip bu pek kısa işârete iktifaen,