İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, ihsan değildir. Bir dane-i hakîkat bir harman hayalâta müreccahtır. İhsan-ı İlâhî ile tavsifte kanaat etmek farzdır. Cem’iyyete dâhil olan, cem’iyyetin nizamını ihlâl etmemek gerektir. Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zâtındadır. Bir şeyin aslını gösteren semeresidir. Birinin malına başka mal velev kıymetli de olsa karışırsa, malını kıymetsiz ettiği gibi, haczetmesine dahi sebeb olur. Şimdi bu noktalara istinâden derim ki: Tergib veya terhib için avamperestane tervic ve teşvik ile ba’zı ehadîs-i mevzuayı İbn-i Abbas gibi zâtlara isnad etmek büyük bir cehâlettir. Evet, hak müstağnidir. Hakîkat ise, zengindir. Tenvir-i kulûba ziyaları kâfidir. Müfessir-i Kur’ân olan ehadîs-i sahiha bize kifayet eder. Ve mantığın mîzanıyla tartılmış olan tevarih-i sahihaya kanaat ederiz.
Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse hakîkate inkılâb eder, hurafata kapı açar. Şöyle ki: Mecazat ve teşbihat, ne vakit cehlin yesâr-ı muzlimanesi, ilmin yemin-i nurânîsinden kaçırıp gasbetse veyahut mecaz ile teşbih bir uzun ömür sürseler, hakîkate inkılâb ederek taravet ve zülâlinden boş olup, şarab iken serab ve nazenin ve hasna iken acuze-i şemtâ ve kocakarı olur. Evet, mecaz şeffafiyetiyle şu’le-i hakîkat ondan telemmu’ eder. Fakat hakîkata inkılâbıyla kesif olup, hakîkat-ı asliyeyi münkesif eder. Lâkin bu tahavvül bir kanun-u fıtrîdir. Buna şâhid istersen lügatın teceddüd ve tegayyüratının ve iştirak ve teradüfün sırlarına müracaat et. İyi kulak versen işiteceksin ki: Selefin zevklerine giden çok kelimatı veya hikâyatı veya hayalâtı veya maâni, ihtiyar ve zînetsiz olduklarından halefin heves-i şebabanelerine tevafuk etmediklerinden meyl-i teceddüde ve fikr-i îcada ve cür’et-i tağyire sebeb olmuşlardır. Bu kâide lügatta olduğu gibi, hayalât ve maâni ve hikâyatta dahi cereyan eder. Öyle ise herşeye zâhire göre hükmetmemek gerektir.