Amma millet-i İslâm, üçyüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beşyüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemâldir. Beşinci asırdan onikinci asra kadar ben mâziyle ta’bir ederim, ondan sonra müstakbel derim. Bundan sonra ma’lûmdur ki: İnsanda müdebbir-i galib, ya akıl veya basardır. Ta’bir-i diğer ile ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veya kuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyulat-ı kalbiyedir veya temayülat-ı akliyedir. Veyahut ya heva veya hüdadır. Buna binâen görüyoruz ki: Ebnayı mâzinin bir derece safi olan ahlâk ve hâlis olan hissiyatları galebe çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarını istihdam ederek şahsiyat ve ihtilafat meydanı aldı. Fakat ebnayı müstakbelin bir derece münevver olan efkârları heves ve şehvetle muzlim olan hissiyatlarına galebe ederek emrine müsahhar eylediğinden, hukuk-u umûmîyenin hükümferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecelli etti. Beşâret veriyor ki: Asıl insaniyet-i Kübrâ olan İslâmiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinanı üzerinde bulutsuz Güneş gibi pertev-efşan olacaktır.
Vakta ki mâzi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyulat ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşâd için iknaiyat-ı hitabiye kâfi idi. Zîra hissiyatı okşayan ve müyulata te’sir ettiren, müddeayı müzeyyene ve şa’şaalandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatla hayale me’nus kılmak, bürhanın yerini tutar idi. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iyye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile aldanmayız.
Vakta ki hal sahrasında istikbâl dağlarına dâima yağmur veren hakâik-i hikmetin maden-i tebahhuratı efkâr ve akıl ve hak ve hikmet olduklarından ve yeni tevellüde başlayan meyl-i taharri-i hakîkat ve aşk-ı hak ve menfaat-ı umûmîyeyi menfaat-ı şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkâraneyi intac eyleyen berahin-i katıadan başka isbat-ı müddea birşeyle olmaz...