Tefsirin ve şerîatın ne kadar hakâik-i esasiyesi varsa birer birer nazar-ı tedkike getirilse, görülür ki; hakîkatten çıkıp hikmet ile tartılıp hak olarak hakka munsarıftır. Ne kadar şübheli noktalar varsa; umumen cerbezeli zihinlerden çıkıp sonra da onlara karışmış. Kimin asl-ı hakîkatlerine bir şübhesi varsa; işte meydan kendini izhâr etsin!..
Mübalâğa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meylü’t-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü’l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü’l-mübalâğa ile, hayali hakîkata karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenâlık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder. Zîra müvazenet ve tenasübden naşi olan hüsnü,
ihlâl eder. Nasılki bir ilâcı istihsân edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılâb etmektir. Öyle de hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhib ile, gıybeti katle müsavi veya ayakta bevletmek zina derecesinde göstermek veya bir dirhemi tasadduk etmek hacca mukâbil tutmak gibi müvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binâen: Vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır. Evet müvazenesiz vaizler, çok hakâik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebeb olmuşlardır. Meselâ: İnşikak-ı Kamer olan mu’cize-i mütevatire-i bahireyi, meylü’l-mücazefe ile, arza nüzul ile peygamberin cebine girip çıkmış olan ilâve, o Güneş-misâl mu’cizeyi Süha yıldızı gibi mahfî ve kamer-misâl olan bürhan-ı nübüvveti münhasif ettiği gibi münkirlerinin bahânelerine kapılar açtı.
Hasıl-ı kelâm: Her muhibb-i dine ve âşık-ı hakîkata lâzımdır: Herşeyin kıymetine kanaat etmek ve mücazefe ve tecavüz etmemektir. Zîra mücazefe kudrete iftiradır ve “Dâire-i imkânda daha ahsen yoktur” olan sözü, İmâm-ı Gazâli’ye dediren hilkatteki kemâl ve hüsne adem-i kanaattır ve istihfaf demektir.