Halbuki imkân-ı aklî ise: Vâcib ve mümteni’ olmayan bir maddede, vücûd ve ademe bir delil-i kat’iyye destres olmayan bir emirde tereddüd etmektir. Eğer delilden neş’et etmiş ise makbûldür. Yoksa muteber değildir.
Bu imkân-ı vehmînin ahkâmındandır ki: Ba’zı vehhamlar diyor: Muhtemeldir, bürhanın gösterdiği gibi olmasın. Zîra akıl, her bir şeyi derkedemez. Aklımız da buna ihtimal verir.
Evet, yok belki ihtimal veren vehminizdir. Aklın şe’ni bürhan üzerine gitmektir. Evet akıl herbir şeyi tartamaz, fakat böyle maddiyatı ve en küçük hâdimi olan basarın kabzasından kurtulmayan bir emri tartar. Faraza tartmaz ise, biz de o mes’elede çocuk gibi mükellef değiliz.
Tenbih: Ben zâhirperest ve nazar-ı sathî sâhibi ta’biriyle yâd ettiğim ve tevbih ve ta’nif ile teşhir ettiğim muhatab-ı zihniyem; ağleb-i halde ehl-i tefrit olan ve cemâl-i İslâmı görmeyen ve nazar-ı sathiyle uzaktan İslâmiyete bakan hasm-ı dindir. Fakat ba’zan, ehl-i ifrat olan, iyilik bilerek fenâlık eden dinin cahil dostlarıdır.
Beşinci bela: Ehl-i tefrit ve ifrat olan biçârelerin ellerini tutarak zulümata atan birisi de; her mecazın her yerinde taharri-i hakîkat etmektir. Evet mecazda bir dane-i hakîkat bulunmak lâzımdır ki, mecaz ondan neşv ü nema bularak sünbüllensin. Veyahut hakîkat, ışık veren fitildir; mecaz ise, ziyasını tezyid eden şişesidir. Evet, muhabbet kalbde ve akıl dimağdadır. Elde ve ayakta aramak abestir...
Altıncı bela: Nazarı tams eden ve belâgatı setreden, zâhire olan kasr-ı nazardır. Demek ne kadar akılda hakîkat mümkün ise, mecaza tecavüz etmezler. Mecaza gidilse de meali tutulur. Bu sırra binâendir: Âyet ve hadîsin tefsir veya tercümesi, onlardaki hüsün ve belâgatı gösteremez. Güya onlarca karîne-i mecaz, aklen hakîkatın imtinaıdır. Halbuki karîne-i mânia, aklî olduğu gibi hissî ve âdi ve makamî.. daha başka çok şeyler ile de olabilir. Eğer istersen Cennetü’l-Firdevs gibi olan Delâilü’l-İ’caz’ın iki yüz yirmi birinci kapısından gir.