Bu silsileler A’rab-ı Bedeviyenin haymeleri gibi arz sahrasında kurulmuş ve taraf taraf da çadırlar tahallül etmiş desen... Arabların hayalî olan üslûblarından uzak düşmüyorsun... Hem de eğer vehim ile bu kasr-ı müşeyyed-i âlemden tecerrüd edip uzaktan hikmet dûrbîniyle mehd-i beşer olan yere ve sakf-ı merfu’ olan semaya temâşâ edersen.. sonra silsile-i cibalde temessül ve etraf-ı semaya temas eden dâire-i ufuk ile mahdud olan semayı, bir fustat gibi yerin üstüne vaz’ ve cibal evtadıyla rabtolunmuş bir çadır kubbesini tahayyül ve tevehhüm edersen müttehem edemezler. Sekizinci Mes’ele’nin Tenbih’inde biriki misâl daha gelecektir.
Yedinci Mes’ele
Kur’ân’da zikrolunan:
ve
ve emsâlleri gibi; ba’zı ehl-i zâhir tağlit-ı ezhan için, onlar ile temessük ederler. Lâkin müdafaaya biz muhtaç değiliz. Zîra müfessirîn-i izam, âyâtın zamairindeki serairleri izhâr eylemişlerdir. Bize hacet bırakmamışlar fakat bir ders-i ibret vermişler ve sermeşk yazmışlar.
Ma’lûmdur: Ma’lûmu i’lam bahusus müşahed olursa, abestir. Demek içinde bir nokta-i garabet lâzımdır, tâ onu abesiyetten çıkarsın. Eğer denilse: Bakınız nasıl arz küreviyetiyle beraber musattaha ve size mehd olmuştur, denizin tasallutundan kurtulmuş. Veyahut nasıl şems, istikrarla beraber tanzim-i maîşetiniz için cereyan ediyor. Veyahut nasıl binler sene ile uzak olan şems, ayn-ı hamiede gurub ediyor. Maânî-i âyât kinâyetten sarâhate çıkmış oluyor... Evet şu garabet noktaları, belâgat nükteleridir.