Muhakemat | Birinci Makale | 61
(4-66)
Göreceksin: O koca Abdülkahir gâyet hiddetli olarak böyle müteassifleri yanına çekmiş, tevbih ve tekdir ediyor.

Yedinci bela: Muarrefi münekker eden biri de: Hareke gibi bir arazı, zâtiye ve eyniyeye hasrettiklerinden, “gayr-ı men hüve leh” olan vasf-ı cârîyi inkâr etmek lâzım geldiğinden, şems-i hakîkat tarz-ı cereyanından çıkarılmıştır. Acaba böyleler Arabların üslûblarına hiç nazar etmemişlerdir ki: Nasıl diyorlar: Dağlar bize rast geldi. Sonra bizden ayrıldı. Başka bir dağ başını çıkardı. Sonra gitti, bizden müfarakat eyledi. Deniz dahi Güneşi yuttu.. ilh... “Miftah-ı Sekkakî”de beyân olunduğu gibi; pek çok yerlerde san’at-ı beyâniyeden olan kalb-i hayali, esrâr-ı beyâniye için isti’mal etmektedirler. Bu ise deveran sırrıyla mağlata-i vehmiye üzerine müesses bir letâfet-i beyâniyedir. Şimdi sermeşk olarak iki misâl-i mühimmeyi beyân edeceğim. Tâ ki o minval üzerine işleyesin. Şöyle:

Şu iki âyet gâyet şâyan-ı dikkattirler. Zîra zâhire cümud, belâgatın hakkını cühud demektir. Zîra birinci âyette olan istiare-i bedia, o derece hararetlidir ki; buz gibi olan cümudu eritir. Ve bulut gibi zâhir perdesini berk gibi yırtar. İkinci âyette belâgat o kadar müstakar ve muhkem ve parlaktır ki, seyri için Güneşi durdurur. Evvelki âyet, naziresidir. O da onun gibi bir istiare-i bediayı tazammun eylemiştir.

Şöyle ki:Cennet’in evanileri şişe olmadığı gibi gümüş dahi değildir. Belki şişenin gümüşe olan mübayeneti bir istiare-i bedianın karînesidir. Demek şişe şeffafiyetiyle, fidda dahi beyaz ve parlaklık hasebiyle, güya Cennet’in kadehlerini tasvir etmek için iki nümûnedirler ki Sâni-i Rahman bu âleme göndermiş. Tâ nefis ve mallarıyla Cennet’e müşteri olanların rağabatını tehyic ve iştihalarını açsın.

Aynen bunun gibi, bir istiare-i bedia ondan takattur ediyor.

Ses Yok