Bir şahıs çok fünûnda mütehassıs ve meleke sâhibi olmaz. Hem de bir kelâm iki mütekellimden mütefavittir, başkalaşır. Ve hem de fünûn, mürur-u zaman ile telahuk-u efkârın neticesidir. Hem de müstakbeldeki bedihî birşey, mâzide nazarî olabilir. Hem de medenîlerin ma’lûmu, bedevilere meçhul olabilir. Hem de mâziyi, müstakbele kıyas etmek, bir kıyas-ı hâdi’-i müşebbittir. Hem de ehl-i veber ve bâdiyenin besateti ise, ehl-i meder ve medeniyetin hile ve desaisine mütehammil değildir. Evet, neam; hile medeniyetin perdesi altında tesettür edebilir. Hem de pek çok ulûm, âdât ve ahvâl ve vukuatın telkinatıyla teşekkül edebilir. Hem de beşerin nûr-u nazarı, müstakbele nüfuz edemez. Müstakbele mahsus olan şeyleri göremez. Hem de beşerin kanunu için bir ömrü tabiî vardır. Nefs-i beşer gibi o da inkıta’ eder. Hem de muhit, zaman ve mekânın, nüfusun ahvâlinde büyük bir te’siri vardır. Hem de eskide hârikulâde olan şeyler, şimdi âdi sırasına geçebilir. Zîra mebadi tekemmül etmişler... Hem de zekâ eğer çendan hârika olsa da, bir fennin tekmiline kâfi değildir. Nasıl çok fenlerde kifayet edecektir?
İşte ey birader! Şu zâtlar ile müşavere et. Sonra da müfettişlik sıfatıyla nefsini tecrid et. Hayalat-ı muhitiye ve evham-ı zamaniyenin elbiselerini çıkart, çıplak ol. Bahr-i bîkeran-ı zaman olan şu asrın sahilinden, içine gir. Tâ asr-ı saâdet olan adaya çık. İşte herşeyden evvel senin nazarına çarpacak ve tecelli edecek şudur ki:
Vahîd, nâsırı yok, saltanatı mefkud, tek bir şahıs; umum âleme karşı mübareze eder. Ve küre-i zemînden daha büyük bir hakîkatı omuzuna almış ve bütün nev’-i beşerin saâdetine tekeffül eden bir şerîatı ki: O şerîat, fünûn-u hakîkiye ve ulûm-u İlâhîyenin zübdesi olarak isti’dâd-ı beşerin nümüvvü derecesinde tevessü’ edip iki âlemde semere vererek ahvâl-i beşeri güya bir meclis-i vâhid,