Meğer herbir zerrede Eflatun kadar bir şuur ve Calinos kadar bir hikmeti isbat ettikten sonra zerrat-ı sâire ile vasıtasız muhabereyi i’tikâd ve esbâb-ı tabiiyenin üssü’l-esası hükmünde olan cüz’-i lâyetecezzadaki kuvve-i cazibe ve kuvve-i dafianın içtimalarının hortumu üzerindeki muhaliyetin damgasını kaldırabilsen...
Eğer nefsin bu muhalâta ihtimal verse, seni insaniyet defterinden sildirecektir. Fakat caizdir ki: Herbir şeyin esası zannettikleri olan cezb ve def’ ve hareket, âdâtullahın kanunlarına birer isim olsun. Fakat kanun kâidelikten tabiîliğe ve zihnîlikten hâricîliğe ve i’tibârdan hakîkata ve âletiyetten müessiriyete gelmemek şartıyla kabul ederiz.
Tenbih:
Nazarını âleme gezdir. Hangi yerinde noksaniyeti görebilirsin? Kellâ... Gören görmez. Meğer kör ola veya kasr-ı nazar illetiyle mübtela ola. İstersen Kur’ân’a müracaat et. Delil-i inâyeti vücuh-u mümkinenin en ekmel vechiyle bulacaksın. Zîra Kur’ân, kâinatta tefekküre emir verdiği gibi, fevaidi tezkâr ve ni’metleri ta’dad eder. İşte o âyât, şu bürhan-ı inâyete mezâhirdir. İcmali budur, tut! Tafsili ise: Eğer meşiet-i İlâhîye taalluk ederse âyât-ı âfâkiye ve enfüsiyeyi tefsir tarîkinde sema ve beşer ve arzın ilimlerine ma’kud olan kütübü selâsede tefsir edilecektir. O vakit şu bürhan tamam-ı sûretiyle sana görünecektir.
İKİNCİ DELİLİ KUR’ÂNÎ: “Delil-i ihtira’“dır. Bunun hülâsası: Mahlûkatın her nev’ine, her ferdine ve o nev’e ve o ferde müretteb olan âsâr-ı mahsusasını müntic ve isti’dâd-ı kemâline münâsib bir vücûdun verilmesidir. Zîra hiçbir nev’-i müteselsil, ezelî değildir. “İmkân” bırakmaz. Hem de bizzarure ba’zının “hudûs”u nazarın müşahedesiyle ve sâirleri dahi aklın hikmet nazarıyla görülür.