Vehim ve tenbih: İnkılâb-ı hakîkat olmaz. Nev’-i mutavassıtın silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf, inkılâb-ı hakâikin gayrısıdır.
İşâret: Herbir nev’in bir âdemi ve bir büyük pederi olduğundan silsilelerdeki tenasülden neş’et eden vehm-i bâtıl o âdemlerde, o evvel pederlerinde tevehhüm olunmaz. Evet hikmet, fenn-i tabakatü’l-arz ve ilm-i hayvânât ve nebâtât lîsanıyla iki yüz bini mütecaviz olan enva’ın âdemleri hükmünde olan mebde-i evvellerinin herbirinin müstakillen hudûsuna şehâdet ettiği gibi; mevhum ve i’tibârî olan kavânin ve şuursuz olan esbâb-ı tabiiye ise, bu kadar hayretfeza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşetengiz hadsiz makine-i acibe-i İlâhîyenin tasni’ ve îcadına adem-i kabiliyetleri cihetiyle herbir ferd ve herbir nevi’, müstakillen Sâni-i Hakîm’in yed-i kudretinden çıktığını i’lân ve izhâr ediyor. Evet Sâni-i Zülcelâl herşeyin cebhesinde hudûs ve imkân damgasını koymuştur.
Tenbih: Ezeliyet-i madde ve hareket-i zerrattan teşekkül-ü enva’ gibi umûr-u bâtılaya ihtimal vermek, sırf başka şeyle nefsini ikna etmek sadedinde olduğu için, o umûrun esas-ı fâsidesini tebaî nazarıyla adem-i derkinden neş’et eder. Evet nefsini ikna etmek sûretinde müteveccih olursa, muhaliyet ve adem-i makuliyetine hükmedecektir. Faraza kabul etse de “tegafülü ani’s-Sâni’“ sebebiyle hasıl olan ızdırar ile kabul edebilir.
Tenbih: Mükerrem olan insan, insaniyetin cevheri i’tibâriyle dâima hakkı satın almak istiyor ve dâima hakîkatı arıyor ve dâima maksadı saâdettir. Fakat bâtıl ve dalal ise, hakkı arıyorken haberi olmadan eline düşer. Hakîkatın madenini kazarken ihtiyarsız bâtıl onun başına düşer. Veyahut hakîkatı bulmaktan muztar veya tahsil-i haktan haib oldukça, asıl fıtratı ve vicdanı ve fikri; muhal ve gayr-ı makul bildiği bir emri, nazar-ı sathî ve tebaî ile kabulüne mecbûr oluyor.