Konferans | Konferans | 30
(1-57)
Sen en sadık ve en mahir doktorların bile hâlâ teşhis ve tedavi edemedikleri en mühim kalb ve kafa ve ruh hastalıklarını, nurunla müşahede ve muayene edip ve en lüzumlu şifa ve devayı bulup, ruhî ve manevî derdlere düşmüşlere sunuyor, akıl ve idrak gözlerini açıyor. Ve en kısa bir zamanda zavallıları kurtarıyorsun. Sen en hikmetli ve tılsımlı, nazlı ve niyazlı, manidar ve münif ve müessir ve müsmir, matlub ve mahbub bir vird olmağa lâyık ve sezâsın. Seni sevip yazanlara ve okuyup kafasına katanlara, sen rahmetler ve bereketler saçıp, hârika kerametler gösteriyorsun. Ve bazan has ve hâlis talebelerini, evliya ve asfiya nişanlarıyla taltif ve tezyin ediyorsun. Hasmına karşı da çok amansız davranıp îcabında onları susturuyor, vakit vakit kâh hususî ve kâh umumî tokat ve silleler vuruyorsun. Sana ilişildiği zaman anasır hiddet ederek bazan yeller ve seller halinde ve bazan yıldırımlar ve şimşekler şeklinde ve bazan şiddetli yangın ve zelzeleler suretinde tokatlar vurduğundan sen koşup geldiğinde mecruh ve mevtaları, şehid ve yezid diye iki sınıfa ayırıyorsun. Âh! Senin ne kadar vâzıh bürhanların ve kuvvetli hüccetlerin, ne yaman delillerin ve düsturların var. Sen ne kadar müzeyyen ve ne kadar mücehhez ve ne kadar mükemmelsin.
Ey Nur! En kavî ve en muannid hasmın, senin gözüne sivrisinek kadar da görünmüyor. Sen ehl-i vukufların ellerine ve önlerine aman dilemek ve meded istemek için değil, belki kendilerine zamanın en yüksek ehl-i ilmi süsünü verenlere kuvvet ve kudret, şevket ve azametini ve ebedî nurunu gösterip onları susturmak, onları zebun ve mağlub ve rüşdünü isbat etmek ve hakk-ı hayatını onlara da tasdik ettirmek için çıkmıştın. Nihayet gözler dolduran nuruna dayanamayarak asâ-yı inkâr ve itirazlarını kırıp yerlere fırlatarak sana teslim ve tâbi’ oldular.
Hem mahkemelere senin eczaların bir mücrim ve bir câni ve bir maznun sıfatıyla değil; belki bir muallim, bir mürebbi ve bir mürşid olarak girmiştiler. Her divan-ı adalette en büyük dehşet ve savletini, azamet ve izzetini gayet parlak ve şaşaalı bir surette göstererek onları da iman ve Kur’an suyu ile yıkadın. Oraya da taze bir ruh ve taze bir nefha üfledin.
Hele sen o âşık ve sadık talebelerini, bir kafile-i melaike gibi saf saf edip ve hepsinin başına Hazret-i Üstad’ı bir başkumandan tayin ederek “İzn-i İlahî ile yürü ey kafile-i Nur!” diye kumanda ettiğin vakit, o satvetli ve şevketli nur-u iman ordusunun kemal-i sükûn ve vakar ile yollardan geçişini her sınıf halktan yüzlerce kişi seyredip selâmlıyor. Ruh u canıyla o nuranî alayı tebrik ve tebcil ediyordu. Bu manzara-i münevvereyi körler bile görmüş, sağırlar bile işitmiş, kalbsizler bile ağlamıştı.
Ve hapishanelere koşmaklığın sırr-ı hikmeti ise; yıllardan beri orada nursuz, çırasız yatıp bekleyen mahkûmlar ve mahpuslar, “Ey Nur-u Kur’an bize de yetiş. Buradan çıkıp kurtulmağa ve sana varmağa bize müsaade ve mecal yok, lâkin sen heryere girer çıkarsın, sana yasak yok. Aman bizi unutma, bizi me’yus ve mahrum bırakma. Yarın huzur-u pâk-i İlahîye pâk olarak çıkabilmekliğimiz için cürüm ve isyanımızla kararan rûy-i siyah ve nasiye-i nâpâkimizi âb-ı rahmetin ve nur-u imanınla yıka ve temizle, şerbet-i sâfi ve kevser-i bâkiden ve âb-ı hayat-ı ebedî ve Ahmedîden kana kana bize de içir!” diye vuku’ bulan müracaat-ı maneviye ve mühimmedir.
Ey Nur! En kavî ve en muannid hasmın, senin gözüne sivrisinek kadar da görünmüyor. Sen ehl-i vukufların ellerine ve önlerine aman dilemek ve meded istemek için değil, belki kendilerine zamanın en yüksek ehl-i ilmi süsünü verenlere kuvvet ve kudret, şevket ve azametini ve ebedî nurunu gösterip onları susturmak, onları zebun ve mağlub ve rüşdünü isbat etmek ve hakk-ı hayatını onlara da tasdik ettirmek için çıkmıştın. Nihayet gözler dolduran nuruna dayanamayarak asâ-yı inkâr ve itirazlarını kırıp yerlere fırlatarak sana teslim ve tâbi’ oldular.
Hem mahkemelere senin eczaların bir mücrim ve bir câni ve bir maznun sıfatıyla değil; belki bir muallim, bir mürebbi ve bir mürşid olarak girmiştiler. Her divan-ı adalette en büyük dehşet ve savletini, azamet ve izzetini gayet parlak ve şaşaalı bir surette göstererek onları da iman ve Kur’an suyu ile yıkadın. Oraya da taze bir ruh ve taze bir nefha üfledin.
Hele sen o âşık ve sadık talebelerini, bir kafile-i melaike gibi saf saf edip ve hepsinin başına Hazret-i Üstad’ı bir başkumandan tayin ederek “İzn-i İlahî ile yürü ey kafile-i Nur!” diye kumanda ettiğin vakit, o satvetli ve şevketli nur-u iman ordusunun kemal-i sükûn ve vakar ile yollardan geçişini her sınıf halktan yüzlerce kişi seyredip selâmlıyor. Ruh u canıyla o nuranî alayı tebrik ve tebcil ediyordu. Bu manzara-i münevvereyi körler bile görmüş, sağırlar bile işitmiş, kalbsizler bile ağlamıştı.
Ve hapishanelere koşmaklığın sırr-ı hikmeti ise; yıllardan beri orada nursuz, çırasız yatıp bekleyen mahkûmlar ve mahpuslar, “Ey Nur-u Kur’an bize de yetiş. Buradan çıkıp kurtulmağa ve sana varmağa bize müsaade ve mecal yok, lâkin sen heryere girer çıkarsın, sana yasak yok. Aman bizi unutma, bizi me’yus ve mahrum bırakma. Yarın huzur-u pâk-i İlahîye pâk olarak çıkabilmekliğimiz için cürüm ve isyanımızla kararan rûy-i siyah ve nasiye-i nâpâkimizi âb-ı rahmetin ve nur-u imanınla yıka ve temizle, şerbet-i sâfi ve kevser-i bâkiden ve âb-ı hayat-ı ebedî ve Ahmedîden kana kana bize de içir!” diye vuku’ bulan müracaat-ı maneviye ve mühimmedir.
Ses Yok