Münazarat | Münazarat | 17
(1-37)
       C- (*) Ey Türkler ve Kürdler, acaba şimdi bir miting yapsam; sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâdlarınızı şu gürültühane olan asr-ı hazır meclisine davet etsem… Acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demiyecekler mi:
        “Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhat! Bizi akîm bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız!” Hem de sol tarafında duran ve şehristan-ı istikbalden gelen evlâdlarınız, sağdaki ecdadlarınızı tasdik ederek demiyecekler mi ki:
        “Ey tenbel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğra ve kübrası? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rabteden rabıtamızın hadd-i evsatı? Heyhat!.. Ne kadar hakikatsız ve karıştırıcı ve müşagabeli bir kıyas oldunuz!” (**)
        İşte ey bedevi göçerler ve ey inkılab softaları! (1) Manzara-i hayal (2) üstünde gördünüz ki, şu büyük mitingde iki taraf da sizi protesto ettiler.
  
        S- Bu kadar tahkire müstehak değiliz. Biz eslafın ezyalini tutmakla beraber, ahlafın teşebbüsatından dahi geri kalmamağa söz veriyoruz. فَفَتَحْنَا السَّمْعَ لِكَلاَمِكَ فَمَرْحَبًا بِهِ
        C- Nedamet ettiğinizden vazifeniz olan suale avdet edebilirsiniz.
        S- Ülema-i eslaf istibdadın fenalığından bahsetmişler mi? (***)
        C- Bin kerre evet. Zira ağleb-i şuara kasidelerinde, çok müellifler kitablarının dibacelerinde zamandan şikayet ve dehre itiraz ve feleğe hücum etmiş ve dünyayı ayak altına alıp çiğnemişler. Eğer kalb kulağıyla ve akıl gözüyle dinleyip baksanız, göreceksiniz ki: Bütün itirazat okları, mazinin muzlim perdesine sarılan istibdadın bağrına gider. Ve işiteceksiniz ki; bütün vaveylâlar istibdad pençesinin tesirinden gelir. Gerçi istibdad görünmüyordu ve ismi belli değildi; lâkin herkesin ruhu istibdadın manasıyla tesemmüm ederdi ve bir zehir atanı bilirdi. Bazı kuvvetli dâhîler nefes aldıkça amîk ve derin bir feryad koparırlardı. Fakat akıl onu güzelce tanımazdı. Çünki karanlıkta ve toplanmamış idi. Vakta ki o mana-yı istibdadı, def’i muhal bir bela-yı semavî zannettiler; zamana hücum ve dehrin başına tokat ve feleğin bağrına oklar atmağa başladılar. Çünki bir kaide-i mukarreredir: Birşey cüz’-ü ihtiyarînin dairesinden ve cüz’iyetten çıkıp külliyet dairesine girse, veyahut bihasebil’âde def’i muhal olsa; zamana isnad edilir ve kabahat dehre atılır, taşlar feleğin kubbesine vurulur. Eğer iyi temaşa etsen göreceksin ki; feleğe atılan taşlar, döndüğü vakit bir yeis olarak kalbde tahaccür eder…
  
اُنْظُرْ كَيْفَ اَطَالُوا فِيمَا لاَ يَلْزَمُ وَكُلَّمَا اَضَائَتْ لَهُمُ السَّعَادَةُ اَثْنَوْا عَلَى مَنْ سَادَهُمْ وَكُلَّمَا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ شَتَمُوا الزَّمَانَ
(3).
        S- Acaba şu zaman ve dehrin şikayetinden Sâni’-i Zülcelal’in san’at-ı bedî’ine itiraz çıkmaz mı?
--------------------------------------------------------
(*): Antikalığı için bu cevab dahi yazıldı.

(**): Fenn-i Mantık’ın tabiratı. O zaman İlm-i Mantık dersini alan talebeleri, o mecliste bulunmasından öyle söylemiş.

(1): Sonradan ilâve edilmiştir.

(2): Hayal dahi bir simotoğraftır.

(*): Bu sual-cevab dahi her zaman yaşıyabileceğinden, o kırk sene evvelki ders şimdi dahi lüzumludur, yaşar.

(3): Dur, geçme, anla‌ Yani iyilikleri reislere, fenalıkları zamana verip şetimle şekva ederler.
Ses Yok