Zülfikar Risalesi | Zülfikârın ikinci makamı | 38
(1-72)

Hem görecek ki; o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde o kadar bâhir bir hikmetin intizâmatını, o derece zâhir bir inâyetin işarâtını, o mertebe kahir bir adâletin emâratını, o derece vâsi bir merhametin semerâtını görecek. Basiretsiz olmamak şartıyla yakînen bilecek ki; o hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz ve o âsârı görünen inâyetten daha ecmel bir inâyet kabil değil ve o emaratı görünen adâletten daha ecell bir adâlet yoktur ve o semerâtı görünen merhametten daha eşmel bir merhamet tasavvur edilmez.

Eğer farz-ı muhal olarak şu işleri çeviren, şu misafirleri ve misafirhaneleri değiştiren Sultân-ı Sermedî’nin daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, bâki meskenler, mukîm ahali, mes’ud ibâdı bulunmazsa; ziyâ, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve şümûllü dört anâsır-ı ma’nevîyye olan hikmet, adâlet, inâyet, merhametin hakîkatlarını nefyetmek ve o anâsır-ı zâhiriyye gibi, görünen vücûdlarını inkâr etmek lâzımgelir. Çünki; şu bekasız dünya ve mâfîha, onların tam hakîkatlarına mazhar olamadığı mâlûmdur. Eğer başka yerde dahi onlara tam mazhar olacak mekân bulunmazsa, o vakit gündüzü dolduran ziyâyı gördüğü halde, Güneşin vücûdunu inkâr etmek derecesinde bir divanelikle; şu herşeyde bulunan gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek, şu nefsimizde ve ekser eşyada her vakit müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emâratı görünen adâleti inkâr etmek (Hâşiye) ve şu her yerde gördüğümüz merhameti inkâr etmek lâzımgeldiği gibi; şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmane ve ef’âl-i kerîmane ve ihsanât-ı rahîmanenin sahibini “Hâşâ sümme hâşâ!” sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabûl etmek lâzımgelir ki; nihayetsiz muhal bir inkılab-ı hakaiktir. Hattâ herşeyin vücûdunu ve kendi nefsinin vücûdunu inkâr eden ahmak Sofestaîler dahi bunun tasavvuruna kolay kolay yanaşamazlar...


Hâşiye: Evet, adâlet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise; hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adâlet, bu dünyada bedâhet derecesinde ihâtası vardır. Çünki; “Üçüncü Hakîkat”ta isbat edildiği gibi; herşeyin istidad lisanıyla ve ihtiyâc-ı fıtrî lisanıyla ve ızdırar lisanıyla Fâtır-ı Zülcelâl’den istediği bütün matlûbatını ve vücûd ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşâhede veriyor. Demek adâletin şu kısmı, vücûd ve hayat derecesinde kat’î vardır.

İkinci kısım menfîdir ki; haksızları terbiye etmektir. Yâni haksızların hakkını, tâzib ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise çendan tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat, o hakîkatın vücûdunu ihsas edecek bir sûrette hadsiz îşârat ve emârat vardır. Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semûd’dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te’dib ve tâziyâne-i tazib, gayet âlî bir adâletin hükümran olduğunu hads-i kat’î ile gösteriyor.

Ses Yok