M.ZEKİ ÇALIŞKAN
l940'ta Emirdağ'da doğdu. Hasan Çalışkan'ın oğludur. l990'da rahmet-i Rahman'a erdi.
"Üstad Hazretlerini ilk defa nasıl gördüğümü hatırlamıyorum. Nasıl ki insan babasını veya dedesini ilk gördüğünü hatırlamaz. Çünkü o bizim aileden birisiydi.
"Üstad, l944'lerde vefat eden Şeyh Ali Dedemin yerini alan, âlim fâzıl celâlli, vakur ve biz çocuklara karşı da müşfik bir zat-ı muhteremdi. Hele bizimle konuşurken 'Kardeşim' diye hitap etmesi çok hoşuma giderdi. Keçili köyünde bahçenin içindeki çardak da çok hoşumuza giderdi. Taş duvarla çevrili meyve bahçesinde her türlü meyveler bulunurdu. Biraz da meyve yemek için olacak herhalde, oraya çok giderdik. Üstadın yatağı ağacın üzerindeydi. Oraya merdivenle çıkardık. Baş ucunda salkım üzümleri, kızarmış elmaları yan yana görür ve çocuk aklı ile neden yemediğini düşünürdük.
"Zannediyorum, Risale-i Nur'ların bir kısım mektupları da orada yazılmıştı. Fesleğen kokulu saksı çiçeğini severdi. Muhtelif çiçeklerden demetler götürdüğümüzde Zübeyir Ağabey, 'Kardaşım, Üstad fesleğeni sevdi. Ötekilerden koparmayın!' demişti.
"Üstadı namaz kılarken Çarşı Camiinin mahfilinde çok görürdüm. Beyaz işlemeli, pamuklu, zarif bir seccadesi vardı. Cuma'ya bir saat kala evden çıkar, yakın köylerden gelen ahali ve dükkân sahiplerinin arasından selâm vere vere camiye giderdi. Sonraları halkın alâkasından çekindiklerinden dolayı resmî zatlar mâni olmuşlardı. Hele bir namaza duruşu vardı ki, insan onu seyretmekten zevk alırdı. Huşû ile dua eder, zarif, ince, uzun parmaklı elleri tekbir alır, namaza dururdu. Namazın mânâ ve mahiyeti onun şahsında görünürdü. Tâdil-i erkanı onda görmek lâzımdı.
"Bizim dükkânla Üstadın evi karşı karşıyaydı. Pencereye oturur, çarşıyı temâşâ ederdi. Bir gün ağabeyimle dükkânda esaslı bir muharebeye tutuşmuştuk. O zamanlar ilkokula gidiyordum. 949-950 senelerindeydi.
"Üstad pencereden kavga ve gürültümüzü duymuştu. Hemen dükkâna Zübeyir Gündüzalp Ağabey geldi. 'Kardaşım sizi Üstad çağırıyor' dedi. Bu arada rahmetli babam da gelmişti. Tabiî, bizden renk-menk gitmişti. Babam, 'Haydi, şimdi ne haliniz varsa görün' dedi. Hemen çabucak abdest aldık ve odasına çıktık. Kendisini; yerde diz çökmüş, başımız önde, yirmi-otuz dakika kadar dinledik. Bizim yaptığımız işin kötülüğünü ve ondan ötürü de kendisinin mahcup olduğunu, birbirimizi sevmemiz lâzım geldiğini, kendi kardeş ve akrabalarından ayrı düştüğümüzü söyledi. Biz de utanç ve mahcubiyet içinde bir daha böyle bir şey yapmayacağımıza söz vererek yanından ayrıldık.
"Çayı çok severdi"
"Üstad, çayı çok severdi. Bir tarihte şeker, çay vesikaya düşmüştü. Hele şeker tamamen yok olmuştu. Üstadın şekerini dükkândan biz verirdik. Hep ben götürürdüm. Ağabeyim dükkânda otururdu. Her seferinde para vererek fiyatını öderdi. Ayırca bana ayak kirası olarak, hurma, elma, bisküvi verirdi. Bunlar baş ucundan hiç eksik olmazdı. Bize teberrüken verirdi. Mehmed Çalışkan Amcamın hanımı olan yengemin çorbasını alırdı. Birkaç sefer ben götürmüştüm. Parasını ban vermişti.
"Çamaşırları mis gibi kokuyordu"
"Çok acı yıllar geçirmişti. Bizim ilçede en yakın talebeleri olan Sungur ve Zübeyir Ağabeyler bile yanına giremediler. Onlara ayrı ev tutulmuştu. O günlerde Üstadın çamaşırlarını, yıkanması için sepetle, Osman Çalışkan Amcamlara götürüyordum. Yollda burnuma gül kokusu gelmişti. Sepeti yere dökerek içine baktım. Kirli diye götürdüğüm çamaşırlar mis gibi gül kokuyordu. Bu husus çok hayretimi mûcip olmuştu.
"Yine o günlerde dükkânın tezgâhındaydım. Zübeyir Ağabey telâşla, gülerek babama birşeyler anlatıyordu. Onlarda hayretle gülerek dinliyorlardı. Üstadın baş ucunda bir krem kutusu vardı. Nevaleyi ondan görürdü. Akşamleyin son meteliği de harcamışlar.
Sabahleyin yine Üstad sipariş vermiş. Zübeyir Ağabey 'Üstadım, paramız kalmadı. Akşam hepsini harcadık' demiş. Celâllenen Üstad, 'Keçeli, Keçeli, baktın mı kasaya?' demiş. Kutuya bakan Zübeyir Ağabey, içinde paraların olduğunu ilk defa bize anlatmıştı. Bizler de buna benzer harika keramet hallerine çok şahit olmuştuk.
"Üstadın karşı komşusu Bolvadinli Cafer Ağa kurban kesmiş, Zübeyir Ağabeylere de bir parça et vermiş, o da kabul etmemişti. Kızan Cafer Ağa Üstada şikâyete gitmişti. 'Hiç kurban eti alınmaz mı?' diye şikâyet etmiş ve Üstad, 'Söyle onlara, alsınlar' demişti. Tabiî, Cafar Ağa sevinç içindeydi. Üstad ve Nur talebeleri zekât, iftar daveti gibi şeylere asla kabul etmezlerdi. Evde odun taşınıyor, badana yapılıyor, tahtalar siliniyordu. Üstad, Mustafa Acet Ağabeye, teberrüken kendi evine götürmesi için bir bardak dut şurubu vermiş, o da aşağıya inip bir bardak şurubu içmişti. Tabiî, eve gitmek çok vakit alacak. Üstad şüphelenerek 'Ne yaptın?' demiş. Acet ise 'Boşalttım efendim' demiş, Üstad 'Nereye boşalttın?' deyince de foyası meydana çıkmıştı. Üstad 'Bir bardak şurubun hepsi içilir mi?' diye tebessümle gelenlere anlatıyor ve 'Senin midenden Allah'a sığınırım' diyordu.
"Bir gün ilhan köyü yolunda Bağlar mevkiinde bayram ziyaretinde iken baktık, tek gözlü bir atın koşulu olduğu faytonla Üstad geliyordu. Sürücü ağabey yavaşladı ve biz Üstadın elini öperek bayramlaştık. Zaten biz veya herhangi bir çocuk kafilesi önünü kesti mi, onlarla muhakkak görüşür ve 'Bana dua edin, ben çok hastayım' derdi. Bu arada araba yürüdü. Aşağıdaki tarladan bir zat da koşarak yola çıkmaya çalışıyordu. Hava çok rüzgârlıydı. Rüzgâr adamın meşin şapkasını başından uçurdu ve aksi istikamette sürüklemeye başladı. Adam şapkayı tercih etti ve Üstadla görüşemedi. Zaten içkici olduğu için eve almıyorlardı. Kazaya gelen taharrî memurlarının en iyi dostu bu adamdı. Bir gün fırsatını bulmuş, içeriye girmişti. Babasının millî mücadeledeki kahramanlıklarını anlatıyordu. Bu ziyaretten sonra adam Üstada karşı müsbetleşmişti.
"Keramet peşinde değiliz"
"İlk zamanlar da Şuhut'ta memurluk yapan komşumuz Şükrü Amca, Osman Amcamın aklını çelmişti. 'Siz bu adamın peşinden gidiyorsunuz. Medhediyorsunuz. Ama hiçbir kerametini göremiyoruz' diyerek amcamın hizmetteki ihlâsını kırmak istemişti. Amcam düşünürken âniden Zübeyir Ağabey gelmiş, 'Sizi Üstad çağırıyor' demişti. Üstad amcama, 'Kardaşım Osman, biz keşfin, kerametin, makamatın peşinde değiliz. Kapı dururken pencereden girmek akla aykırıdır' diye bir ders vermişti ki, hayret!
"Zaman zaman Üstadın bindiği âmâ atın boyu belki iki metreydi. Halbuki Beytullah Ustanın ahırında nadide yarış atları vardı. Ama Üstad, hep o atı severdi. Nasıl da çıkardı atın üstüne, bir elinde dizgin ve şemsiye, diğerinde tashihatı yapılacak kitap. O azametli cins at üstündeki varlığın kıymetini idraki içinde sakin sakin giderdi. Üstad en çok bahar aylarında, kasabanın yüksek tepesi olan Harami tepesine, Keçili köyüne, İlhan köyü yolunda Bağlar mevkiine gezmeye çıkardı.
"Üstad, Çarşı camiindi ikindi üzeri kapanır, çok zaman geceyi camide geçirirdi. Caminin üst katında mahfelde yeri vardı. Bilhassa Cuma'ları namazını orada kılardı. O zamanlarda Emirdağ'da elektrik yoktu. Camide gaz lambası ve mum yanardı. Bir de muzip ve şakacı bir müezzinimiz vardı. Ekmekçi Kocanın pederi müezzin Budoğlu diye anılırdı. Budoğlu bir sabah namazı camiyi açıyor, lambayı yakacak. Kibriti olmadığı için Üstadın kibritini almış, birkaç gün hep Üstadın kibritini kullanmıştı. Güya habersiz alıyor. Aklı sıra Üstad inzivaya dalmış ve dalgın, bilmez diye düşünmüş, üstad habersiz vaziyette bulunan kibritleri almasına celâlleniyor ve çağırarak, 'Kardaşım, al şu beş kuruşu da camiye bir kibrit al' diyor. Şaşıran ve korkan Budoğlu, bu hadiseden sonra Üstada çok daha hürmetkâr davranıyordu.
"Namazda kalbine birşey getirme"
"Bir gün öğle namazı kılarken, müezzine on lira lâzım olduğundan, kalbinden on lira geçmiş. Bu esnada cebine el gibi birşey girmiş. Namazdan sonra Üstad kendisine 'Kalbine namazda birşey getirme' diye tenbihatta bulunmuştu.
"Bu müezzinin öyle bir gür sesi vardı ki, verdiği selâları, ezanları beş-on kilometre uzaklıktaki köylerden dinleyen köylüler vakti bilir, kazada ölenlerin haberini alırlardı. Budoğlu Hoca, Üstadın çok duasını almıştı.
"Üstad mecliste olan konuşmaları da takip ederdi. İsmail Önen Beyden gazeteleri alır, götürürdüm. Zübeyir Ağabey, Üstadın gösterdiği yerleri okurdu. Baş ucunda da radyosu bulunurdu.
"Yedi-sekiz yaşlarındaydım. Akraba-i taallûkattan yaşı tutanları, hepsini Afyon hapishanesinin kalın parmaklıklarının içine hapsetmişlerdi. Sarı, zalim bir gardiyan vardı. Bizi ne kadar azarlar ve korkuturdu. Uzaktan pencereden Üstada bakıp selâm vermeyi bile yasaklamışlardı.
"Hayatta en çok sevindiğim gün, tahliyeler ve l950'de çıkan umumî af idi.
"Üstad bir Cuma günü gusül abdesti almak istiyordu. Vakit hayli yaklaşmıştı. Ateş de az kalmıştı. Mustafa Acet Ağabeye, 'Kardeşim, sen ibriği koy mangala, herhalde bu ateş bu suyu ısıtır' demişti. Çok kısa bir müddet içinde bu az ateşte su ısınmıştı.
"Emirdağ'da dâvâ vekili olan amcam Abdullah'ın hanımı vefat etmişti. Üç kız, bir oğlan yetim kalmıştı. Bütün yük büyük kızdaydı. Güngör her işe yetişemiyor ve daraldıkça, ölen annesine sitem ediyordu. 'Bunları başıma yıktın, gittin' diyerek, annesine küsüyordu. Bir müddet sonra Güngör ablam da vefat etti. Bütün ev Şükran'a kalmıştı. Şükran ablam da büyük sıkıntı içindeydi. Üstad ise bu durumdan haberdardı. Şükran içine kapanmış, derdini kimseye söyleyemiyordu. Üstad gözyaşını içine akıtan Şükran'ı çağırtmış ve 'Her gün çorbamı sen getir' demişti. O tarihte Üstad tecritte ve sıkı takip altındaydı. Anahtar evin dışından kilitleniyordu. Anahtar bir nevi yed-i emin olan kapı komşusu Boyacı Sabri'de kalıyordu. Şükran Abla her gün çorba getiriyor ve her zaman kapının arkasında Üstadı beklerken buluyordu. Şükran Ablamın gelme zamanı mechul. Üstad Şükran Ablama para, badem ezmeleri ve hurmalar veriyordu. Bu vaziyet Şükran Ablamın morali düzelinceye kadar devam etmişti. Üstad Şükran Ablama şu müjdeyi vermişti: 'Sen onları merak etme. Onların hepsini de ben barıştırdım.'
"Üstad, dedem Şıh Ali içinde şöyle diyordu: 'Ne kendini bildi, ne de emirdağlılar onu bildi.'
"Koca Üstadı tanıyanlar tanıdı. Ama elli milyonluk Türkiye'de hâlâ tanımayanlar var. Helâket ve felâket asrının temsilcisini cümlesine tanıtıp, onun halkasına dahil etmesini Cenab-ı Mevlâ'dan niyaz ederim.