Son Şahitler | Emirdağ Şâhitleri(II) | 25
(1-75)

MUHİDDİN YÜRÜTEN

 

Saatçi Muhiddin diye bilinen bu zât, 1980 Ramazan'ının birinci günü, Eskişehir'de vefat etmiştir. Bediüzzaman Eskişehir'de bulunduğu zamanlar müteaddit defalar evinde misafir kalmıştır.

 

"Vehbî ilim, kuyudaki su gibidir"

"Ailem çok önceleri Konya-Seydişehir'den Bulgaristan'ın Şumnu kasabasına hicret etmiş. Osmanlılar zamanında Sebilü'r-reşâd mecmuası gelirmiş. Mecmuada, 31 Mart vak'asından sonra kurulan mahkemede, Bediüzzaman Hazretlerinin müdafaaları çıkarmış. Bunları takip eden babam şöyle derdi:

"Zamanın ileri gelen âlimlerinden bir Bediüzzaman vardır. Bunun ilmi vehbîdir. Ona yetişmek kabil değildir. Çünkü vehbî ilim kuyulardaki su gibidir. Su çekildikçe arkasından gelir. Diğer kesbî âlimlerin ilmi ise, depodaki suya benzer. Bir müddet sonra bitmesi muhtemeldir. Bediüzzaman denilen zata, hakimler ne sormuşsa cevap verirmiş. Onun müdafaa ve konuşmalarından hâkimler hayretler içerisinde kalırmış. Ben böylesine âlim daha duymadım ve işitmedim.'

"Rahmetli pederimin bu ve buna benzer sözleriyle Bediüzzaman ismi kafama  nakşedilmişti. Ancak bu zat nerededir? Yaşıyor mu, vefat mı etti? Bilmiyordum.

"Yıllar sonra 1949 yılında Bediüzzaman'ın Afyon mahkemesinin cereyan ettiği sıralarda bir arkadaş bana, 'Bediüzzaman Emirdağ'da imiş' diye haber getirdi. Bizde onu ziyaret etmek ve onunla görüşmek arzusu gittikçe şiddetlenmeye başladı. Nihayet babam, ağabeyim ve iki kişi daha olmak üzere Üstadı ziyaret etmek üzere yola çıktık. Emirdağ'a vardığımızda, Üstadın kırda olduğunu söylediler. Üstad o zamanlar tek atlı bir faytonla kırlara gider, gezerdi. Biraz sonra araba ortalıkta göründü. Arabada Zübeyir Ağabey vardı. Ona Üstadla görüşmek istedğimizi bildirdik. 'Görüşüp de ne yapacaksınız? Zaten ihtiyar ve hasta' dedi. Biz de, 'Görüşüp duasını alacağız. Büyük bir zatın yanına girildiğinde ne yapılırsa, biz de onu yapacağız' cevabını verdik. Zübeyir Ağabey, 'Onun eserleri vardır. Siz onları okuyun. Hem ziyaretçi kabul etmiyor' dedi.

"Zübeyir Ağabeyi ne söylediysek, Üstadı ziyaret edebilmek hususunda ikna edemedik. Sonunda bize, 'Eskişehir'de Tenekeci Ali Osman var. Siz ona gidin ve ondan eserleri alıp okuyun' dedi.

"Mahzun mahzun Eskişehir'e döndük. Bir müddet sonra elimize Tılsımlar mecmuası geçti. Biz onu alıp Kalabak suyu deposunun bulunduğu mağarada sabahtan akşama  kadar okuyup, dersler yapardık. Üstad ile beraber Afyon hapsinde kalan Yalaman Camii İmamı Hafız Osman Hoca da bizimle beraber olurdu.

 

"Nihayet Üstadla görüşüyorum"

"1950'lerde birgün Konyalı Tenekeci Ali Osman, babamla ağabeyimi Üstadın yanına götürdü. Üstadla görüştüler. Bir müddet sonra Beylikahır'daki Ali Osman beni Üstada götürdü. Doğruca Hamza Emek'in dükkânına gittik. O gidip  Üstada haber verdi. O sırad babamın şu sözünü hatırlamıştım: 'Hakikî bir mürşidin yanına vardığın zaman, gayr-i ihtiyarî kalbin, 'Allah Allah' der. Bu 'Allah Allah' demeler, mürşidin hakikiliğini ispat eder.'

"Üstadın odasından içeri girdiğimizde fevkalâde sade bir manzara ile karşılaştık. Yerde bir hasır ve bir de Üstadın karyolası vardı. Üstad, karyolanın üzerinde idi. Eşikten içeri adımımızı atar atmaz, kalbim bir motor silindiri gibi hareket etmeye ve âdeta 'Allah Allah' demeye başlamıştı. İçeride o kadar güzel bir gül kokusu vardı ki, ben o kokuyu başka bir yerde duymadım.

"Üstad sordu: 'Bu kimdir?' Hamza Emek cevap verdi:

"Bu, geçenlerde oğluyla birlikte size gelen zatın oğlu Saatçi Muhiddin.'

"Üstad bana doğru bir baktı ve 'Seni eski talebe olarak kabul ediyorum' dedi. Ali Osman'a da, 'Seni de yeni talebe olarak kabul ediyorum' dedi. Biraz konuştuktan sonra, beni kastederek, 'Buna İhlâs Risalesi'ni verin.' Sonra, 'Küçük Sözler'i, daha sonra da, 'Onuncu Söz'ü verin dedi. Ve 'Siz onu bulamazsınız' diyerek o hasta halinde yataktan gayet cevval bir şekilde fırlayar gitti ve bir Onuncu Söz getirip bana verdi.

"Biraz daha sohbetten sonra bize 'Safâ geldiniz' dedi. Bu söz,  sohbetimizin ve görüşmemizin bittiği mânâsına geliyordu. Dışarı çıktıktan sonra 'Allah Allah' diye zikreden kalbim, yine eksi halini aldı.

 

"Üstadın seyyidliği"

"Ziyaretlerimden birisinde Salih Özcan da bulunuyordu. Üstad ona, 'Kardeşim Salih! Sen hakikî seyyidsin. Nuriye de seyyid, Mirza da seyyid' dedi.

* * *

"Bizim bir kahveci Murat vardı. Üstada gitmeden önce ona sorardım. 'Üstad nerede?' O da şöyle bir durur ve Üstadın nerede olduğunu söylerdi. Kendisi çok saf ve temiz bir arkadaş idi. Bir gün yine dükkânına gidip, 'Murat, Üstad nerede?' dedim 'Üstadın yatağı daha sıcak. Fakat Üstad Isparta'dan çıkmış, Emirdağ'a gidiyor' dedi.

"Fidanlık yolundan gittim, orada bulunan Âşık Çeşmesinden abdest alıyordum. Üstad karşıdan göründü. Böylece Kahveci Murat'ın sözü doğru çıkmış oldu.

 

"Üstad sarhoşu kurtardı"

"Bu hadise bir Ramazan günü olmuştu. Emirdağ'a gitmek için vasıta beklerken zil-zurna sarhoş  biri çıkageldi. Üstad Hazretlerinin de üşümemesi için sırtına bir yorgan sarmıştık. Sarhoş, Üstadın yanına varmış, 'Aman hocam, üşüme, üşüme' diyerek Üstadın yorganını düzeltiyordu.

"Üstad sarhoşa, 'Kardeşim, otur yanıma. Seninle konuşalım' dedi. Sarhoş edepli bir şekilde Üstadın yanına oturdu. Üstad ona, 'Beş vakit namazını kılacağına ve senede bir ay oruç tutacağına bana söz ver, ben de ölünceye kadar sana dua edeceğime söz vereyim' dedi. Bu sözler üzerin sarhoş hüngür hüngür ağlamaya başladı ve şöyle dedi:

"Hem vallahi, hem billâhi söz veriyorum. Bugün banyoya gidip abdest alacağım ve bu gece sahura kalkacağım. Yeter ki, sen bana dua et de bu halden kurtulayım. Hem namazımı, hem de orucumu terk etmeyeceğim.'

 

"Hacı Hilmi Efendinin Üstada hürmeti"

"Eskişehir'in Muttalib köyünde Hacı Hilmi Efendi vardı. Kendileri Nakşî şeyhlerinden  idi. Köyde Kur'ân okutur, talebe yetiştirirdi. Birgün Üstadla birlikte onun ziyaretine gittik. Hacı Hilmi Efendi, hemen âdeti üzere sofra hazırlattı. Üstad sofradan bir parça ekmek aldı ve sofraya beş kuruş koydu. Sonra Hilmi Efendi bir havlu getirip Üstadın boynuna koydu, 'Bunun bedeli on lira, ama âdetim bozulmasın' dedi ve iki lira koydu.

"Hilmi Efendi beni çağırıp, 'Yahu kardeşim, ben Üstada parasız birşey veremeyecek miyim? Kabul ettiremeyecek miyim?' ded. Ben 'Meşrebi böyle' dedim. Hilmi Efendi bir kutuya koku koyarak bana verdi. Üstada götürmemi söyledi ve ilâve etti, 'Bunu sen ver' dedi. Gittim, her zamanki gibi kesesine el attı. 'Efendim, siz daha evvel Mesnevî-yi Nuriye vermiştiniz. Hacı Hilmi Efendi bunu onun karşılığı olarak kabul etmenizi arzu ediyor' dedim.

"Peki' diyerek kabul etti.

"Yemekten sonra talebeler gelerek Üstadın elini öptüler. Üstad onlara hitaben şöyle dedi: 'Sizler, Kur'ân'ın lâfzının hâfızlarısınız. Risale-i Nur talebeleri de mânâsının hâfızlarıdır. Her ikiniz de kardeşsiniz.'

 

Ehl-i imana karşı Üstadın davranışı

"Eskişehir'de Şeyh Âkif denen bir zatın etrafında toplanmış, Âkifiler diye bir grup vardı. Kendilerinden başka kimseye selâm vermezlerdi. Ben Şeyh Âkif'e rastladığımda selâm verirdim, fakat selâmımı almazdı. Onun bu durumu benim çok canımı sıkıyordu. Birgün doğruca Üstada gidip onları şikâyet ettim:

"Üstadım, burada bir Şeyh var. Ne kendisi ve ne de talebeleri kendilerinden başkasının selâmlarını almıyorlar.'

"Üstad Hazretleri hiddetle, 'Bu zat namazı emrediyor mu, yoksa nehyediyor mu?' dedi. Ben de cevaben, 'Hayır, Üstadım, bu zat namazı emrediyor. Hem de tâdil-i erkân üzere namaz kıldırıyor' dedim. 'İman Uhud Dağı gibidir. Kusurları çakıl taşları gibi. İnsanın kusuru ne olursa olsun, imanı varsa başka kusurlarına bakılarak, madâr-ı tenkid yapılmaz' diye karşılık verdi.

 

"Üstad zelzeleyi haber verdi"

"Eskişehir Zelzelesinden önceki günlerde, Üstad sık sık Emirdağ'dan gelir, bazen bir saat, bazen iki saat kalır, giderdi. Bu arada bizimle konuşur ve 'Bir sıkıntınız var, tedbirli olun, ihtiyatlı olun, ihtiyatlı davranın' şeklinde ikazlar yapardı.

"Biz sıkıntının ne olduğunu, Üstadın ne demek istediğini anlamazdık. Her zaman olduğu gibi, yine polisin evlerimize baskın yapmasından endişe ederdik.

"Zelzeleden çok kısa zaman önce Üstad Kanlıpınar'ın yakınındaki bayıra gelip Zübeyir Ağabey ile haber göndermiş, 'Tedbirlerini alsınlar' demiş. Biz yine birşey anlayamadık. Meğer, Üstad, o gece olacak zelzeleden haber veriyormuş. O mübarek Üstadı anlayamadık, onu tanıyamadık.

"Zelzele olduktan sonra Üstad geldi. Akoğlan Camiinde yanına gittik. Üstad, 'Büyük bir sıkıntı atlattık. Bu hadise  bütün Türkiye üzerine idi. Eskişehir cevap verdi. Bu zelzelede zarar görenlerin malları on misli olarak ahirette sadaka hükmüne geçti. Bunu da müjde verin' dedi. Biz Üstadın bu müjdesini etrafa bildirdik.

 

"O doğrudan Peygamberimize bağlı"

"Yarbay Reşat Bey, Konya'da arkadaşına, Bediüzzaman Hazretlerini ve eserlerini anlatıyor. Arkadaşı ise Üstadın büyüklüğünü ve eserlerin hakkaniyetini reddediyor. Reşat Bey de, 'Madem bana inanmıyorsun, gel, Lâdik köyüne gidip Ahmed Ağayı bulalım, ona Bediüzzaman'ı soralım' diyor.

"Reşat Bey arkadaşı ile birlikte mübarek bir zat olan Ahmed Ağa'nın yanına gidiyor ve kanaatlerini sunuyorlar. Ahmed Ağa şu şekilde karşılık veriyor:

"Ben size onu nasıl anlatayım ki? O bizim gibi herhangi bir tarikat silsilesine bağlı değildir. O ne Kutbü'l-Aktab'a, ne de herhangi bir kutuba bağlıdır. O doğrudan doğruya Peygamberimizden (a.s.m.) feyiz alır, ona göre hareket eder. Bir hatıramla onun manevî makamını size anlatmaya çalışayım.

"Birgün Hızır (a.s.) gelerek, 'Eskişehir'de zelzele olacak. Taş üstünde taş kalmayacak. Gel, Bediüzzaman'a gidelim ve dua etmesini isteyelim ki, bu zelzele hafiflesin' dedi. Beraberce gidip, Bediüzzaman'a vaziyetini anlattık. 'Haberim var,  haberim var' dedi. Hızır (a.s.), 'Dağlara gidip dua edelim' dedi. Bediüzzaman, 'Ben hastayım, siz dağlara çıkıp dua edin, ben buradan dua edeceğim' dedi. Eğer onun duası olmasaydı, Eskişehir'de gerçekte taş üstünde taş kalmazdı.'

"Bu sözleri dinleyen Yarbay Reşat Beyin arkadaşı ikna olup Bediüzzaman ve eserlerine taraftar bir vaziyete giriyor.

"Emirdağ'daki Büyük Caminin İmamı Hafız Nuri Efendi, Eskişehir'deki Odunpazarı Camii İmamı Gönenli Hafız'ın talebesi idi. Bir gün aralarında münakaşa geçmiş ve birbirlerine darılmışlar. Bu durumu haber alan Üstad, Emirdağ'dan kalkıp Eskişehir'e gelmiş ve Hafız Nuri'yi bulmamızı söylemişti. Ben gidip Hafız Nuri'yi buldum, getirdim. Üstad, Hafız Nuri'ye, 'Kardeşim, Gönenli Hafız hakikî bir hafızdır. Aranızda bir niza çıkmış. Senin namına gidip ondan özür dileyeceğim' dedi.

"Üstadın sözlerini duyan Hafız ağlamaya başladı ve 'Üstadım, senin gitmene lüzum yok. Ben giderim, barışırım' dedi. Gerçekten, bir müddet sonra Gönenli Hafız, Emirdağ'a gitmiş ve talebesi ile barışmıştı.

 

"Vefat tarihini haber vermişti"

"Üstadın, Abdülvahid Tabakçı'nın evinde kalırken, sık sık ziyaretine giderdik. 1959 senesi Ramazan ayında birgün yanına vardığımızda şöyle dedi:

"Muhiddin, bak, sesim kısıldı. Artık meramımı muhataplarıma çok zor anlatır oldum. Anladım ki, vazifem bitmiş. Fakat bana bir sene daha ömür verildi.'

"Üstad, bu sözlerini Ramazan ayının ortalarına doğru söylemişti. Hakikaten ertesi sene  Kadir Gecesi, Üstad vefat ettiği zaman, bir sene önceden söylenen sözlerinin bir işaret olduğunu anladık, ama iş işten geçmişti.

 

"Şehitler ölmez"

"Konyalı Sabri Halıcı'nın oğlu pilot Ömer Halıcı, rüyasında şehit olacağını görmüş. Aynı rüyayı hanımı da görmüş. O sırada hanımı hamileymiş. Hanımıyla şehit olduğu takdirde nereye gideceği meselesini bile görüşmüşler. Nihayet bir uçak kazası ile Ömer Halıcı şehit oldu.

"Bir müddet sonra bizim yeğen rüyasında Ömer Halıcı'yı görüyor. Rüyasında ona soruyor: 'Ömer Ağabey, biz seni ölü biliyorduk. Uçak kazasını anlatır mısın, nasıl olmuştu? Biz tafsilâtını pek bilemiyoruz.' Ömer Halıcı şöyle cevap veriyor:

"Ben uçakta iken birden her tarafı duman kapladı. Semâya çekilir gibi oldum. Derken yukarı çıktım ve orada Peygamberimizi (a.s.m.) gördüm. Beni bağrına bastı, kucakladı ve sevdi. Hem ben ölü filân değilim. Şehitler ölmez.'

"Biz bu rüyayı aynen Üstada anlattık. Üstad tasdik ederek şöyle dedi: 'Ömer kardeş doğru söylüyor. Gördüğün rüya sahihtir.'

 

"Hizmetimiz tevafuklarla dolu idi"

"Hüsrev Ağabeyin verdiği bir risaleyi, kısa bir zamada Üstada ulaştırıp, tashihi edildikten sonra tekrar kendisine ulaştırmıştım. Bu hizmeti yaparken de aslında benim iradem çok az rol oynamıştı. Çünkü nereye gitsem, bütün vasıtalar hazır, beni bekliyordu. Meselâ Afyon'a vardım. Emirdağ'a gitmem lâzım. Vakit gece yarısı. Diğer zamanlarda o saatte vasıta bulmak imkânsıza yakın birşey. Ancak ben gittiğimde vasıta hazır bekliyordu.

"Emirdağ'a vardığımda, sabah namazı vaktinde, Hattat Mustafa Acet'in imamlık yaptığı camiye gidip onunla Üstada gitmiştik. Üstad beni gördüğünde hoş-beşten sonra şöyle dedi:

"Muhiddin, biliyorum, tembelsin. Ama öyle bir zamanda bir hizmet yapıyorsun ki, anahtar hükmüne geçiyor.'

"Üstad hemen mangala çay koydu. Mangalda üç tane fındık kadar kor parçası vardı. 'Hemen simit alın, gelin' dedi. Kısa bir zaman sonra çay suyu kaynamıştı. Çayı içtikten sonra, Üstad bana yolu tarif etti ve Eskişehir'e müteveccihen ayrıldık.

"Burada hatırıma gelmişken bir hususu ifade etmek isterim. Üstad Hazretlerinin yanına vardığımızda hiç soru sormamıza hâcet kalmazdı. O bizim suallerimize cevap olacak şekilde meseleler açar ve biz soru sormadan cevabımızı almış olurduk.

 

"Tahirî Mutlu'nun hizmeti"

"Tahirî Mutlu Ağabeyin bu hizmetteki yeri büyüktür. Üstadımız Tahirî Ağabey için, 'Tahirî'yi ben açmadım. O kendini bilmez. Eğer bilseydi, yaşayamazdı' demişti.

"Tahirî Ağabey hacca gitmek için Üstaddan izin istedi. Üstad da, 'Gidemezsin Tahirî' dedi. 'Sen, İslâmın büyük kalesinin bekçisisin. Harp meydanında bulunan bir kalenin muhafızısın. Bugün gidemezsin. Ama ileride gideceksin' diyerek onun hacca gitmesine izin vermedi. Daha sonraki yıllarda Tahirî Ağabey hacca gitti.

 

"Ücretini vermediği şey, boğazından geçmezdi"

"Üstad, Optalidon ilâcı kullanırdı. İlâcı bitmişti. Kardeşlerden birisine 100 kuruş vererek eczaneye gönderdi. Ancak ilâcın fiyatı 110 kuruşa çıktığından, o kardeş 10 kuruş ilâve etmiş. Sonra ilâcı alıp getirdi. Bilâhare Üstad ilâcı yutmak için ağzına aldı. Ancak bir türlü yutmaya muvaffak olamıyordu. Sonra o kardeşi çağırıp ilâcı kaça aldığını sordu. 110 kuruşa aldığını söyleyince, 10 kuruş daha verdi ve sonra ilâcı rahatlıkla alabildi. Ve bana dönüp şöyle dedi: 'Kardeşim, işte görüyorsun, başkasının malını yiyemiyorum. Boğazımdan geçmiyor.'

 

"Hz. Ali'nin kabri gibi benim kabrim de gizli olacak"

"Üstad vefatından önce bana şunları söylemişti:

"Kardeşim Muhiddin! Vasiyetimi  bildirdim. Kabrim meçhul olacak. Hz. Ali (r.a.) beni manevî evlâtlığa kabul ettiğinin ve kabrimin meçhul oluşunun bir hikmeti şu olabilir: Hz. Ali'nin kabri de meçhuldür. Eğer kabri belli olsaydı. Alevîler ifrat ederek  taparlardı. Ben sağlığımda ziyaretçi kabul etmediğim halde, gelen ziyaretçileri görüyorsun. Bundan çok rahatsız oluyorum.Ya bir de meçhul olmayıp, herkes tarafından bilinirse nasıl olur, tahayyül ediniz. Belki ifrat ederek aşırılıklarda bulunurlar. Onun için kabrim gizli olacak, iki-üç talebem beni kabre koyacak, fakat kimseye söylemeyecekler.'

"Sonra da kabir ziyareti ile alâkalı olarak şunları söyledi: 'Ehl-i dünya kabir ziyaretini bilmiyorlar. Kabirden medet umuyorlar. Bu şirke girer. Halbuki kabre varınca, üç İhlâsla bir Fatiha okunur. Sonra başta Peygamberimize ve tâ kabirdekilerin ruhuna gelinceye kadar, diğer büyük zatların ruhlarına hediye edilir. Şu şekilde de dua edilir: 'Ey filan! İnşaallah kabre imanla girmişsindir. Bize de dua et ki, biz de imanla kabre girelim.'

 

"Ulviye Hanımdan dinlediklerim"

"Ankara'da Ulviye isminde muhtereme, dindar bir hanım vardı. Bu hanımın Risale-i Nura çok hizmeti oldu. Ankara mahkemesinde, Nur talebeleri mahkemeye verildiğinde, beş çuval kitabın ehl-i vukufa gönderilmesine vesile olan, bu hanımdır.

"Bir defasından Ankara'ya giderken, Üstad Hazretleri, Ulviye Hanıma selâm söylememi emir buyurdular.

"Evlerine gittiğimde Üstadın selâmını söyledim. Beni içeri aldılar. Risale-i Nur'ları nasıl tanıdıkların da şu şekilde anlatmışlardı:

"Bizim bey kitap getirmişti. O kitabı okur, rafa kaldırırdı. Sessizce okur, ne okuduğunu da söylemezdi. Ben de merak etmekle birlikte, kitaba bakıp ne olduğunu öğrenemezdim. Bizde, efendinin koyduğu birşeye hanım el vuramaz.

"Bir gün bir zatın evindeki mevlide gitmiştim. Orada gördüğüm bir kitap, bana güneş gibi parlak gözüktü. Mevlid sahibi de 'İsterseniz buyurun, okuyun. Ben sonra sizden alırım' dedi. Kitabı alıp eve geldim. Baktım, Asâ-yı Mûsâ mecmuası. Okumaya başladım. Akşam, efendim geldiğinde ne okuduğumu sordu ve kitaba bakıp, 'Benim de okuduğum kitap aynısı' dedi.

"Kitapları okudukça bende, Üstadı görmek arzusu gittikçe şiddetleniyordu. Ne yapıp edip Üstadı görmek istiyordum. Hiç olmazsa kapısının tokmağını öpsem diyordum. Derken bir arkadaşımla birlikte Üstadı ziyarete gittik. Ahdim üzerine, kapı tokmağını öpecektim. Ancak kapı açıktı ve Üstad merdiven başında bizi bekliyordu. Tıpkı ilk defa kitabını gördüğüm şekilde, Üstad, bir güneş gibi parlıyordu. Uzun müddet bir ders verdikten sonra yanından ayrıldık.

"Risale-i Nur'lara olan bağlılığım günden güne artıyordu. Devamlı okuyordum. Bizim efendi, 'Hanım, bu kadar düşme' gibi ikazlarda bulunuyordu. Ben de, 'Efendi, evimizin önünden sel aksa, sen o seli durdurabilir misin? İşte, ben de öyleyim. Ne olur,  bana dokunma' diye cevap veriyordum.

"Bir müddet sonra beyim bir rüya görmüş. Rüyasında ona, 'Seni ailenin yüzü suyu hürmetine affettik' demişler. O rüyadan sonra bana Risale-i Nur'lar mevzuunda bir söz söylemedi.'

 

Gençlik Rehberi mahkemesi

"Biz erkenden gidip mahkeme salonundaki yerimize oturmuştuk. Ortalık çok kalabalıktı. Üstad, ayağında yün çorapla eski bir lâstik ayakkabı, başında sarık ve sırtında cübbe ile geldi. Bu sırada içeride kalabalık bir grup halinde bulunan stajer hakimler ve avukatlar birbirlerine Üstadın geldiğini işaret ediyorlardı.

"Üstad geçip yerine oturdu. Fakat içerisinin kalabalık oluşu sebebiyle hakimlerin rahat vazife görmesi pek mümkün değildi. Kalabalık, hakim kürsüsünün arkasına kadar her tarafı işgal etmişti. Polisler bu duruma mâni olamamışlardı.

"Hakim bu duruma çok kızmış ve 'Çekilin arkamdan, mahkemeye başlayacağım' diye bağırmaya başlamıştı.

"İçeride bulunan o kadar polisten yardım istedi. Polisler sanki Türkçe bilmiyorlar, aval aval hakimin yüzüne bakıyorlardı. Sinirlenen hakim, 'Yahu size diyorum. Siz Türkçe bilmiyor musunuz? Şu kalabalığı dağıtın, izdihamı önleyin' diyerek polislere bağırıyordu. Polislerde aynı sükût ve çaresizlik devam ediyordu. Hakim başını iki eli arasına alarak düşünmeye başladı. Sonunda Üstada hitaben şöyle dedi: 'Hocaefendi, lütfen talebelerinize söyleyin de çekilsinler. Mahkemeye başlayacağız.'

"Üstad ayağa kalktı ve 'Beni sevenler kapıya kadar çekilsinler dedi. Kalabalık kapıya kadar çekildi.

"Hakim Üstada, 'Sarığınızı çıkarınız' dedi. Üstad, 'Bu boynumu kesersiniz, fakat bu sarığı çıkaramazsınız' mânâsında eliyle boğazını işaret etti.

"Bu arada mübaşir, Üstadın, hakimin sözünü duymadığını zannederek yüksek sesle, 'Hocaefendi, Hocaefendi! Hakim, sarığınızı çıkarın diyor' dedi. Mahkeme başkanı mübaşire müdahale ederek, 'Tamam, biz anlaştık. Sen aradan çekil' dedi.

 

Barla Nahiye Müdürünün hanımının Üstaddan ders alışı

"Üstad Hazretlerinin birgün bana şöyle bir tavsiyesi olmuştu: 'Bir çatı altında yabancı bir kadınla, sakın yalnız olarak bulunma. İster ders, ister başka bir vesileyle olsun. Bunu sakın yapma. Çocuk dahi olsa, yanında muhakkak bir kimse bulunsun.'

"Sonra da başından geçen şu hadiseyi anlattı:

"Barla'daki Nahiye Müdürü benden ders alıyordu. Aldığı dersi de evde hanımına anlatıyormuş. Ailesi de, mutlaka benim ağzımdan ders almayı arzu ediyormuş. Benim ise kadınlarla bir alâkam yok. Müdür Bey gelir gider, hanımının da ders almasını isterdi. Nihayet birgün, 'Seninle beraber mestûre olarak gelsin. Senin hatırın için bir ders vereyim' dedim. Geldiler. İşin garibi şu ki, kadın ayakkabısını dışarıya, kocası da içeriye çıkarmıştı. Ben de kimse gelmesin diye kapıyı kilitlemiştim. Ders esnasında kapı açılmak için zorlanmıştı. Bu arada ben hemen ayakkabılara baktım. Hanımın ayakkabısı dışarıda idi. Dersten sonra müdür ve hanımı gittiler. Biraz sonra kapıyı zorlayan geldi. Ona dedim: 'Dışarıda kadın ayakkabılarını gördüğün zaman kalbine bir şey geldi mi?' 'Üstadım, kat'iyyen birşey gelmedi' dedi.'

"Üstad konuşmalarında sık sık, 'İhtiyatı, tedbiri elden bırakmayın' diyerek bizi ikaz ederdi."

Ses Yok