MUSTAFA RAMAZANOĞLU
1929'da Kahramanmaraş'ta doğdu. Üstad Bediüzzaman'la alâkalı hatıralarını kendisi kaleme aldı. Nurculuktan dolayı çeşitli zamanlarda mahkemelere verildi. Hep beraat etti. Hakikî Aleviler Müslümandır ismiyle 1971'de neşrettiği bir kitabı bulunmaktadır.
"Üstadı arıyorum"
"Ben Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini müteaddit defalar ziyaret ettim.
"İlk ziyaretim 1950 yılında Emirdağ'da oldu. Bu ziyaretimden önce Risale-i Nur'ları okumamıştım. O zaman Büyük Doğu ve Serdengeçti mecmularını hiç kaçırmaz, okurdum. Bir gün Büyük Doğu mecmuasında Üstadın mahkeme müdafaasından bir pasaj okudum. Cesur, kahraman kişileri çok severdim. Büyük Doğu'yu ve Serdengeçti'yi de fıtratımdaki bu ihtiyacı tatmin için okurdum. Bu mecmuların İslâmı, imânı müdafası beni büyülerdi. Bediüzzaman'ın müdafaasındaki belâgat, fesahat, şecaat ve cesaret beni mest etmişti. Hayran kalmıştım. Hemen bu zat-ı muhteremi ziyarete gitmek hatırıma geldi. Derhal harekete geçtim. Bu zat-ı muhteremin adresini temin için soluğu İstanbul'da aldım. Necip Fazıl Kısakürek'in bürosunu buldum. Kendisi büroda yoktu. Orada çalışan kişilerden nerede olduğunu sordum. Büroda çalışan Malatyalı Ahmet Ramazan isminde, hiç tanımadığım bir arkadaş:
"Ne yaşacaksın Necip Fazıl Beyi?'
"Said Nursî Hazretlerinin adresini isteyeceğim.'
"O zatın adresini Necip Fazıl Bey bilmez, ben bilirim.'
"Öyleyse bu zatın adresini lütfen bana verin, ben ziyaretine gideceğim.'
"O zat gelen her ziyaretçiyi kabul etmez. Hâlis bir niyetle gitmiş olman lâzım ki sizi kabul etsin.'
"Ben hâlis niyetle gittiğimi zannediyorum. Hele ver bakalım da bir gideyim' dedim.
"Üstadı ilk ziyaretim"
"Nihayet Üstadın adresini Ahmet Ramazan'dan aldım. Hemen Emirdağ'a vardım. Adres merhum Ceylân kardeşin pederi Mehmed Çalışkan'ın dükkânı imiş. Mehmed Çalışkan kardeşimiz dükkândaydı. Mehmet Çalışkan'a,
"Beni şu adresi götürür müsünüz?' dedim.
"Bediüzzaman bugün rahasız, ziyaretçi kabul etmiyor.'
"Ben uzak yol kat ederek geldim. Lütfen beni götürün.'
"Kardeşim, hususan bize tenbih etti. 'Ziyaretçi getirmeyin, hastayım, kimseyle görüşecek halim yok' dedi.'
"Mehmed Efendi kardeşimizi bir türlü ikna edemedim. İki saat peşinde dolaştım, yalvardım. 'Bir kere sorun, kabul ederse giderim. Hoca Efendiyi benim geldiğimden haberdar etmeden beni göndermeyin' diye ısrar ettim. Allah'a şükür, Mehmed Efendi kardeşimiz, 'Bir sorayım' dedi, gitti. Hac yolcusu bekler gibi büyük bir ümitle yolunu bekledim. Üstadın yanından döndüğü zaman yüzü gülüyordu. Çok neşeliydi. Daha gelirken kabul edildiğimi anlamıştım.
"Buyurun, gidelim, sizi kabul etti.'
"Bu söz bana dünyadan daha tatlı gelmişti. Sürûrum sonsuzdu. Mehmed Efendi kardeşimizin peşine takıldım, gittik. Eski, ahşap bir eve girdik. Üstadın odasına yaklaşmıştık. Bana Mehmed Efendi, 'Başındaki serpuşu çıkar, Üstad sevmez' dedi. Üstadın kaldığı odanın karşısında odun koyulmuş bir yer vardı. Gayri ihtiyari serpuşu oraya attım. O günden bu yana serpuş giymem. Mehmed Efendi kapıyı vurdu. 'Üstadım, misafiri getirdim' dedi. Mehmed Efendi odayı terk ederek gitti. Üstad karyolasının üzerinde istirahat ediyordu. Gayet mütevazi bir oda idi. Dünyaperestelerin, halılarla koltuklarla müzeyyen tantanalı odası gibi bir oda değildi. Dünyaya ve dünya saltanatına hiç ehemmiyet vermeyen, dünyasını ahiretine mezraa yapan, yalnız ahireti düşünen, orası için çalışan müstağni bir zatın odasıydı. Bu odada taban halısı gibi bir ziynet eşyası yoktu. Karyolasında, karyola örtüsü ve karyola eteği gibi şeyler yoktu. Sadece karyolada bir yatak vardı.
"Odaya girdiğimizde hemen Üstadın elini öptüm. Gözüm oturacak bir koltuk veya sandalye aradı. Ne gezer? Karyolanın başı ucunda yere serilmiş bir minder vardı. Pantolonunun ütüsünün bozulmasından endişe eden o mindere bağdaş kurup oturmaya mecburdu. Ben de dizlerim üzerine bu mindere oturdum. Üstad:
"Nereden geliyorsun?'
"İstanbul'dan, efendim.'
"İstanbul'dan geldiğimi söyler söylemez büyük bir çeviklikle sıçradı, yatağın ortasına oturdu.
"Orada talebelerime işkence ediyorlarmış, doğru mu? Benim etimi cımbızla çeksinler, talebelerime ilişmesinler.'
"Ben böyle birşey işitmedim.'
"Bu sırada aynı odada merhum Ceylân Kardeş çamaşırını yıkıyordu. Üstad bana, 'Benim hizmetim her adama nasip olmaz, su dök, yıkasın' dedi. İbrikle su doluydu. Hemen ibriği alarak su dökmeye başladım. Ceylân kardeşimiz de yıkıyordu. Bu sebeple de Üstadın yanında bir hayli kalmak fırsatını buldum. Üstad bana:
"Bugün rahatsızım, hiç ziyaretçi kabul etimyorum. Senin ismini söyleyince içime bir sevgi doğdu, getirin dedim.'
"Sağ olun Hoca Efendi.'
"Çamaşıra su dökerken konuşmayı da bırakmıyorduk.
"Hoca Efendi, eserlerinizi okumak istiyorum, nereden temin edebilirim?'
"Seni talebem olarak kabul ediyorum, kitaplarımı Islahiye'de postahanede memur Zübeyir var, Elaziz'de de Hulusi var. Hangisi kolayına giderse oradan iste, al.'
"Verirler mi?'
"Benim selâmımı söylersen verirler.'
"Hoca Efendi, bizim Müftü Efendiye selâmımızı söyleyeyim mi?"
"Ben hocalara küskünüm.'
"Bizim Müftü Efendi sizin bildiğiniz hocalardan değil.'
"Üstad tebessüm etti. Yani, açıkçası benim patavatsız konuşmalarıma güldü.
"Madem hüsnüzannınız var, selâm söyle.'
"Artık ayrılma zamanı gelmişti. Elini öptüm, bana, 'Oğlum buradan çıktığın zaman seni isticvab ederlerse, 'Hastaydım, onun için gittim' de, zira yalan söylemiş olmazsın. Manevî hastalık hepimizde var' dedi. Ayrıldım.
"K. Maraş'a geldim. Islahiye'ye Zübeyir Ağabeye telefon açtım. 'Ben Said Nursî Hazretlerinin yanından geldim. Okumam için bana eserlerinden vereceksin, selâmı var' dedim.
"Zübeyir Ağabey büyük bir heyecanla, 'Ney! Sen o zatı gördün mü?' dedi. Ben de, 'Evet gördüm' dedim. 'Geliyorum' dedi.
"İki saat sonra merhum Zübeyir Ağabey eserlerle birlikte K. Maraş'a geldi. Beni kucaklayarak, 'O zatı gören gözlere de kâfi' dedi ve benim gözlerimden öptü. Böylece ben de Risale-i Nur okuyucuları arasına girdim. 'Hâzâ min fazlı Rabbî.'
"Üstad hâlis niyetlileri kabul ediyordu"
"Sene 1952. Üstadın Gençlik Rehberi adlı eseri, Konyalı Muhsin tarafından yeni harflerle bastırılmıştı. Eserin müellifi, bu sebeple İstanbul'da mahkemeye verilmişti. Üstad mahkeme için İstanbul'a teşrif etti. Bir müddet İstanbul'da mahkeme sebebiyle kaldılar. Sirkeci'de, Akşehir Palas Oteli'nde ikamet ettiler. Üstad İstanbul'da iken, ben sık sık İstanbul'a zahiren ticaret için, hakikatte Üstadı ziyaret için gidiyorum.
"Birgün, musallî, salih iki Maraşlı arkadaş, 'Bizi de Üstadı ziyarete götür' dediler. 'Gidelim' dedim. Ancak niyeti halis olmayan bir Maraşlı daha bize katılmak istedi. Ona, 'Arkadaş, bu zat sana yaramaz, sen nasıl adammış, bir göreyim diye gideceksin. Bu niyetle gittiğin için bizi de kabul etmez. Sen bizden ayrıl' dedim. İnanmadı. 'Öyle şey mi olurmuş, niye kabul etmesin? Ayrılmam, ben de gideceğim' dedi. Gittik, Üstad kabul etmesin? Ayrılmam, ben de gideceğim' dedi. Gittik. Üstad kabul etmedi. Ahmet Ramazan kardeşimizin dediği aynen görüldü. Diğer iki Maraşlıya, 'Bu adamdan vitrinlere bakarken ayrılalım, tekrar Üstadı ziyarete gidelim' dedim. Kendisi bir vitrine bakarken biz kaçtık, bizi kaybetti. O adamdan ayrı olarak Üstada gittik, kabul etti. Böylece o halis niyetli arkadaşlar da ziyaret etmiş oldular.
"Üstad, doktor ve öğretmenlere önem verirdi"
"Yine sene 1952. İstanbul Belediyesinin doktoru Nihat Ongun bana rica etti. 'Beni Üstadın ziyaretine götür' dedi. Doktorla beraber Üstadı ziyarete gittik. Yine kabul buyurdular. Üstad, Nihat'ın doktor olduğunu öğrenince şöyle bir nasihatta bulundu:
"Ben iki meslek erbabına çok kıymet veririm. Bunlardan biri doktorlar, diğeri muallimlerdir. İmanlı muallimler körpe dimağlara imanı, İslâmı yerleştirir. Onun için benim nazarımda muallimler çok kıymetlidir. Sana tavsiyem şudur. Sen bir hastayı tedavi ettiğin zaman ücretin 100 lira değer de, 2,5 lira verirlerse al, cebine at. Zannetme ki, 97,5 lira kaybettin. Sadaka olarak defter-i âmâline geçer.'
"Doktor Nihat Bey çok iyi bir intiba ile ayrıldı. Bana, 'Bu zatın sözleri iliklerime işledi' dedi. Bu kardeşimiz halen salâhatını muhafaza etmektedir.
"Rüyada yediğim yemek"
"Sene 1952, İstanbul'dayım. Kardeşim Mahmut Ramazanoğlu o tarihte hukuk fakültesi talebesiydi. Onun Şehzadebaşı'ndaki evinde yatmıştım. Rüyamda Üstad, talebeleri ile birlikte bulgur pilâvı yiyorlardı. Ben varınca yemeğe davet ettiler. 'Teşekkür ederim' dedim, yemeğe dahil olmadım. Ama Üstadla birlikte yemek yemeyi de çok arzu ediyordum. Bir daha çağırsalar yemeğe giderdim diye bekledim. Ne yazık ki yemeğe tekrar buyur etmediler. Büyük bir üzüntü ile uyandım.
"O gün öğleye yakın bir zamandı, saatini hatırlayamıyorum, ama öğleye yakındı. Üstadın odasından Muhsin kardeşimiz çıktı. Beni görünce, 'Gel gel, kardeşim, Üstadın artığını ye, sevaptır' diyerek bana küçük bir sefertası içerisinde, bir kaşık gelecek kadar kuru fasulye verdi, ben de yedim. Allah'ıma hamd ettim. Rüyada beraber yemek yiyemeyişimin üzüntüsünü Rabb-ı Rahimim artığını yedirerek ref'etti. Bu bir tesadüf değildi. Ben buna da Üstadımın bir kerameti nazarı ile bakıyorum.
"Albayın Üstada hayranlığı"
"Yine sene 1952. Üstad Fatih'te Reşadiye Otelinde kalıyordu. Günlerden Cuma idi. Üstadı ziyarete gittim. Cuma namazı da yakındı. Otele vardığım zaman baktım ki, salonda, Üstad beni görünce eliyle yanağımı okşayarak, 'Hoş geldin oğlum' dedi. Arkasındaki talebelerine dönerek, 'Siz benimle gelmeyin, hükûmetin nazar-ı dikkatini çekmeyelim' dedi. Ve merdivenlerden indi. Arkasındaki cemaatin içinde bir de albay vardı. Resmî elbisesi ile gelen bu albay, 'Çocuklarımın maişeti olmasaydı, ben şimdi istifa eder, bu zat-ı muhtereme hizmet ederdim' dedi.
"Üstad bir delikanlı zindeliğindeydi"
"Üstad otelin kapısından çıktı. Ben hemen dışarıya kendimi attım. Üstadı yolda giderken görmek istiyordum. Çünkü her ziyaretimde yatağında oturuyor bir vaziyette gördüğüm için, Üstadı zor yürüyecek bir durumda tahayyül ederdim. Otelden çıktığım zaman Üstadın, otelin bulunduğu kaldırımdan karşı kaldırıma 20 yaşındaki bir delikanlının çevikliğinde geçtiğini gördüm. Akasya ağacının engin dallarındaki yaprakları eliyle okşayarak çevik adımlarla Fatih Camiine doğru ilerledi. Üstadın bu dinç durumu beni çok mesruru etmişti.
"Üstad Fatih Camiinde"
"Fatih Camiine Cuma namazını kılmak üzere girdik. Ben artık Üstadın peşini hiç bırakmıyordum. Cuma namazından sonra beraber camiden çıktık. Camiden çıkan cemaat bir anda Üstadın etrafını sardılar. Birbirlerine, 'Bediüzzaman' diye yüksek sesle ve büyük neşe içinde haber veriyorlardı.
"Üstad, 'Taksi!' diye seslendi"
"Cemaat Üstadın elini öpmek için itişmeye başladı. Orada büyük bir izdiham oldu. Camii otele çok yakındı. Üstad camiye yaya olarak gelmişti. Üstad bu tezahürattan kurtulmak için orada bulunan bir taksiye 'Taksi!' diye seslendi ve taksiye hemen atlayıverdi. 'Beni otele götür' dedi. Bunu yapmasaydı camiden çıkan Müslümanlar Üstadın otele gitmesini en az iki saat tehir ettirebilirlerdi. Üstadın bu müdakkik hali beni hayran bıraktı.
"Üstadın Maraş'a olan alakası"
"Üstadın K. Maraş'a olan sevgisini de aksettiren bir mektuplaşma ile hatırama son vereyim.
"Kayalar Ağabey üstada bir mektup yazarak Diyarbakır'a davet etmişti. Kayalar Ağabeyin bu mektubu lâhika yapılmış, dağılmıştı. Bir tanesi de bana gelmişti. Ben bu davet mektunu okuyunca hemem Üstada bir mektup yazarak K. Maraş'a davet ettim. Üstad mektubuma şu cevabı verdi.
"Ben Urfa'yı, Diyarbakır'ı ve Maraş'ı aynı gözde görüyorum ve duama ismen dahil etmişim. Diyarbakır'a gidersem Maraş'a da gelirim' demişlerdi. Diyarbakır'a da, K. Maraş'a da teşrifleri mümkün olmadı.
"Hafız Ali Efendinin ilmi ve fazileti"
"Merhum Zübeyir Ağabeyin getirdiği Risaleleri aldım, çok itimad ettiğim ve güvendiğim K. Maraş Müftüsü Hafız Ali Efendiye götürdüm. 'Şu eserleri okuyun da, okumaya değerse biz de okuyalım' dedim.
"Evvelâ muhterem Müftümüzün ilim ve fazilet derecesini kısa olarak arz edeyim. Müftü Hafız Ali Efendi uzun müddet K. Maraş müftülüğü makamını muhafaza ve ihya etmiştir. Kitap, okuma âşıkı olan bu zat, doktorun, 'Kitabı çok okuma, gözlerin görmez olacak' diye tavsiyede bulunmasına rağmen okumayı bir türlü bırakamamış, binnetice maddî gözleri görmez olmuştur. Bu defa da gözü gören dostlarına, meselâ Mahmut Kanadıkırık'a, bana, Şakir Efendi Hocaya okutarak dinlemek suretiyle talebe-i ulûm sıfatını asla kaybetmemiştir.
"Hacca giden bir K. Maraşlıya Medine-i Münevvere'den kitap sipariş etmiş. Hacı, istenilen kitabı ararken kitapçı, 'Bu kitabı Türkiye'de yalnız K. Maraş Müftüsü Hafız Ali Efendi anlar, sen bu kitabı kime alıyorsun?' demesi üzerine, Hacı Efendi, 'Ben de o zata alıyorum, onun siparişidir' demiştir.
"1961 yılında Diyanet Reisi olan eski İstanbul Müftüsü müfessir ve fakih Ömer Nasuhi Bilmen Hazretleri, fetva için gelen bir K. Maraşlıya, 'K. Maraş'ta Hafız Ali Hoca Efendi varken, K. Maraşlıya bizim fetva vermemiz icab etmez' demiştir.
"Özetleyeycek olursak, bu zat, yalnız K. Maraşlının değil, bütün âlem-i İslâmın ilmî cihette nazarını çekmiştir. Müftü Efendinin vefatından sonra, bu zata ait olan kitaplar Hafız Ali Kütüphanesi ismiyle müsemma bir kütüphane açılarak bu kütüphaneye koyuldu, kocaman kütüphaneyi dolduran kitaplar böylece K. Maraş'ta kültür hizmetine girdi.
"İki yüz senedir dünyaya böyle bir eser gelmedi"
"Sadede gelelim. Merhum Zübeyir Ağabey, 1950 yılında telefondaki ricam üzerine eskimez yazılı Mektubat, Zülfikar, Sözler, Siracünnur ve Tılsımlar mecmualarını getirmişti. Müftü Hafız Ali Efendinin bize, 'Her kitap okunmaz, aldığınız kitabı bana bir gösterin de öyle okuyun' diye olan tavsiyesine uyarak, yukarıda isimleri yazılı Said Nursî Hazretlerine ait olan kitapların hepsini Müftü Efendiye götürdüm.
"Hoca Efendi, şu kitapları okumak istiyorum. Bir tetkik buyurun da okumaya değerse okuyayım.'
"Bırak da git.'
"Aradan iki ay geçmişti. Birgün Müftü Efendiye giderek, bıraktığım kitapların mahiyetini sordum.
"Hoca Efendi, kitapları okudunuz mu?'
"Okudum.'
"Nasıl buldunuz?'
"Oğlum, iki yüz senedir dünyaya böyle bir eser gelmedi, bundan sonra da geleceği meçhul,'
"Öyleyse verin de ben de okuyayım.'
"Yok, ben kitap vermem, sen kendine yenisini al.'
"Müftü Efendinin takdirini toplayan bu eserleri o tarihten beri, yani 1950 yılından beri okumaktayım.
"Ayağı öpülecek zatlar"
"Sene 1952. Üstad Said Nursî İstanbul'daydı. Ben de Üstadı ziyaret için bir İstanbul yolculuğuna hazırlandım. Zaman buldukça Risale-i Nur'ları okuyor ve Üstadı da ziyaret ediyordum, ama mübtedi olduğumdan ve echeliyetimden, Üstadın değerini tam olarak bilemiyordum. Nur talebelerinin üstada yazdıkları lâhika mektupları bana geliyordu. Mektubun sonunda, 'Mektubuma son verirken el ve ayaklarından öperim' hitabesini bir türlü hazmedemiyordum. Ve içimden, 'Ayak da öpülür mü yahu? Bu kadarı ifrattır' diyerek kendi kendime kızıyordum. Bu halimi de kimseye izhar etmiyordum.
"Üstadı ziyarete gideceğimi Hafız Ali efendiye söyledim. 'Bir diyeceğiniz var mı?' diye sordum.
"Müftü Efendi, 'Cenab-ı Said'e benden çok selâm söyle, el ve ayaklarından öperim' dedi. Hayretler içinde kaldım ve hatamı anladım. 'Demek ayağı öpülecek zatlar da olurmuş' dedim.
"Müftü Efendi, Üstada karşı bu beyanı ile benim kalbimdeki istifhamı çözmüştü. Aynı zamanda kerametini de izhar etmiş ve Üstadın ilim ve fazilet değerini bana tebliğ etmişti.
"Rüyada gördüğümü yaşadım"
"Müftü Efendi güzel de rüya tabir ederdi.
"1952 yılında bir rüya görmüştüm. Rüyamda Üstadı sırtıma aldım, bir camiye götürüyordum. Dizimin bağı çözüldü, yürüyemez hale geldim. Fakat Üstadı da sırtımdan bırakmadım. Güçlükle Üstadı götürüyordum. Üstadı götüreceğim cami uzaktaymış, yakınımızda bir cami gördüm. Üstada, 'Üstadım, dizimin bağı çözüldü, gidemez hale geldim, gideceğimiz cami de uzak, şu görünen camiye gitsek olmaz mı?' dedim. Üstad, 'Olur, bu camiye gidelim' dedi. Yakın olan camiye girdik, uyandım.
"Müftü Efendiye giderek rüyamı anlattım. Rüyayı şöyle tabir etti: 'Üstadı sırtına almam, onun eserlerini neşretmendir. Dizinin bağının çözülmesi; bu eserler sebebiyle sana hükûmet tarafından bir sıkıntı gelecek. Camiye girmeniz de; o sıkıntıdan kurtulacaksınız.'
"Tabiri aynen çıktı. 1952 yılında Ahmet Emin Yalman'ı vurmuşlardı. Bu hadise sebebiyle birçok Müslüman taht-ı muhakemeye alınmış ve tutuklanmıştı. Bu hadise sebebiyle benim evim de aranmışltı. Risale-i Nur külliyatından Zühretü'n-Nur eserini arama sırasında ellerine geçirmişlerdi. Bu sebeple tutuklandım. Malatya Cezaevine gönderildim. Orada 70 gün hücre hapsi uyguladılar. Malatya Ağır Ceza Mahkemesinde birinci celsede tahliye edildim. Bilâhare beraat ederek kurtuldum.
"Üstadın cenazesine iştirak ettim"
"Sene 1960. Üstad Urfa'da tebdil-i mekân, tahvil-i hayat etmişti. Üstadın vefatını Abdullah Yeğin Ağabey bana telefonla bildirince, telefon gayriihtiyarî elimden düşmüştü. Gözümden pınar gibi yaş gelmeye başlamıştı. Hayatımda Üstadın vefatına ağladığım gibi hiçbir şeye ağlamamıştım. Üstadın cenazesine iştirak etmek ve yetişmek için garaja koşuyordum. Bir taksi tutarak Urfa'ya âcilen gitmek istiyordum. Büyük bir telâş ve figân içinde giderken Risalelerle alâkalı Ökkeş Tiyek Ağabey karşımdan geldi.
"Mustafa, dur bakalım, nereye gidiyorsun? Bu halin nedir? Niçin ağlıyorsun?' diye sordu. Üstadın Urfa'da vefat ettiğini, cenazesine yetişmek için taksi tutmaya gittiğimi söyledim.
"Üstad iktisatçıdır. Senin bu hareketine razı olmaz, sen Üstadın ruhu için buradan okursun, saniyesinde yerini bulur' dedi.
"Bu söz beni tesir altına almıştı. Zira Üstadı o kadar çok seviyordum ki; onun rızasına muhalif bir halimin olmasın asla istemiyordum. Zira beni sefahet bataklığından Allah'ın lütuf ve hidayeti ile onunKur'ân tefsiri Risale-i Nur eserleri kurtarmıştı.
"Yolumu değiştererek her yerde rehberim olan Müftü Efendiye yine gittim. Fetvahaneye vardığım zaman hıçkırıktan bir türlü konuşamıyordum. Müftü Efendi, 'Neyin var oğlum? Annenle mi döğüştün, babanla mı döğüştün? Niye ağlıyorsun?' diye sordu. Bir müddet konuşamadım. Teskin olduktan sonra, 'Üstad vefat etmiş, ben cenazesine gidecektim. Ökkeş Tiyek, bu hareketimin israf olduğunu, Üstadın buna razı olmayacağını söyledi, ben de zat-ı âlinize danışmaya geldim' dedim.
"Ney! Eğer dersim olmasaydı şu kör gözümle o veliyullahın cenazesine de giderdim. Böyle bir evliyanın cenazesine gitmek israf olur mu?' dedi.
"Merhum Müftü Efendinin bu sözleri beni çok sevindirdi. Dünyayı bana bağışlasaydı bu kadar ikrama geçmezdi. Çok memnun ve mesrurdum. Hemen oradan kalkarak taksi tutmak için koştum. Tuttuğum taksi ile kısa zamanda Urfa'ya vâsıl oldum.
"Her on dakikada bir hatim"
"Üstadın cenazesine iştirak için Türkiye'nin hemen her vilâyetinden Nurlarla alâkalı zatlar gelmişti. Urfa sokakları gelen cemaati almaz olmuştu. Ulu Caminin on yerinde hafızlar ve Kur'ân okumasını bilenler ellerinde Kur'ân cüzleri, Üstadın ruh-u mübarekine hatimler indiriyorlardı. Bu cüzlerden okumayı Rabbim bana da nasib etti. Her on dadikada bir hatim indiriliyordu. Bu hatim okuma faslı geceli gündüzlü 24 saat devam etti. Böylesine bir duanın kimseye nasip olduğunu zannetmiyorum.
"Üstadın cenazesi Cuma günü kalkacaktı. Türkiye çapında ilânat böyle yapılmıştı. Fakat Urfa'ya dolan Müslümanlardan lüzumsuz endişe duyan Vali, Perşembe günü âni bir emir vererek ikindi namazının müteakip cenazesini defnettirdi. Cenaze namazına iştirak eden Müslümanlar Ulu Caminin içerisine sığmadı. Üstadın nâş-ı mübareki camiin içerisindeydi. Camiin iç, dış ve bahçesi cenaze namazına iştirak eden cemaatle dolmuştu.
"Cenaze parmaklar üzerindeydi"
"Böyle muhteşem bir cemaat, padişahların cenazesinde dahi görülmemiştir. Bu cenazeye ve cenaze namazına iştirak sırf Allah içindi. 'El-hubb-u lillah' düsturu burada tam tecellî etmiş ve zahir olmuştu. Bu cemaat-i azîme, Said Nursî Hazretlerini Kur'ân'a ve imana hizmetinden dolayı seviyordu. Bu sevgi uhrevî idi, hakikî sevgi de işte budur.
"Cenazeyi götürürken el değiştirmenin imkânı olmuyordu. Parmağını tabuta değdirebilen, bu küçük hizmetinden dolayı çok memnun ve mesrurdu. Nihayet cenazeyi defnettik. Ben de K. Maraş'a hareket ettim. Karşımızdan gelen otobüsler cenazeye iştirak için gidiyorlardı. Birkaç otobüs bizi durdurarak cenazeyi sordular. Defnedildiğini söylediğimiz zaman yetişemediklerine çok üzüldüler. Mezarını ziyaret için Urfa istikametine devam ettiler.
"Kafama takılan mesele"
"K. Maraş'a gelirken yolda kafama takılan iki mesele vardı. Birisi, Üstad vefatından önce bir mektup yazmıştı. Bu mektupta, 'Benim mezarımı 4-5 kardeşim bilecek, başkalarına söylemesinler; nasıl ki bir hakikat beni teveccüh-ü nastan uzak tutuyor, aynı hakikat vefatımdan sonra da beni teveccüh-ü nastan uzak tutuyor. Heykellerine perestiş edilenlerin durumuna düşmek istemiyorum' demektedir. Üstadın cenazesine iştirak eden iki yüz beni aşkın kişi vardı. Bunlar Üstadın mezarını görüyor ve biliyordu. Üstad neden 'Mezarımı 4-5 kardeşim bilecek' demişti? Bu mesele kafamı bir hayli karıştırdı.
"Kafamdaki bu sorunun cevabını 27 Mayıs 1960 ihtilâlcileri verdi. 1960 İhtilâlini yapan kişiler, Üstadın mezarından çıkartarak ıssız, sessiz; kimsenin bilmeyeceği, görmeyeceği bir mahalle defnettiler. Üstadın kerametvari mektubundaki isteğini, bu adamlar bilmeyerek yerine getirdi.
"Evet şimdi Üstad kimsenin, evet, kimsenin bilmediği yerde, istediği ve arzu ettiği gibi, teveccüh-ü nastan uzak, perestişten âzade bir şekilde ebedî istirahatgâhında istirahat etmektedir. onu ziyaret etmek isteyenler, hatm-i şerif, Yâsin-i Şerif ve Fatiha-i Şerif hediyeleri ile manen ziyaret etmektedirler. Onun ruh-u mübarekine senede binlerce hatim indirilmektedir. Onun eserlerini okuyarak Allah'ın hidayetine erenlerin, İslâmî yaşayışlarından hâsıl olan bütün sevaplarının bir misli 'Essebebü kelfail' sırrınca defter-i hasenatına geçmektedir. Böyle bir nimete mazhar olmak her insana nasip olmaz.
"Üstadın vefat edeceği tarihi bilmesi"
"Kafama takılan ikinci mesele ise şu idi. Üstadın eserinde bir 'Eddaî' şiiri vardır. Bu şiirde:
"Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde,
"Said'den yetmiş dokuz emvat ba-âsâm âlâma.
"Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş.
"Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâma.
"Mezar taşımla pür emvat enindar o mezarımla
"Revânım saha-i ukba-yı ferdâmâ...
"Yâkînim var ki, istikbal semavat ü zemin-i Asya
"Bahem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâma
"Zira yemin-i yümn-ü imandır
"Verir emn ü eman ile enama' diyordu.
"Said'den yetmiş dokuz emvat ba-âsam âlâma'nın açıklamasında, Hicrî 1379 yılına kadar yaşayacağını söylemektedir. Söylediği gibi çıkmış. Hicri 1379 yılında vefat etmiştir. Halbuki insanların vefat edeceği günü bilmemesi lâzımdır. Bu gaybî bir meseledir. Kafama takılan bu meseleyi aydınlığa çıkarmak için, K. Maraş'a gelir gelmez yine Müftü Hafız Ali Efendiye gittim.
"Muhterem Hocam, Üstad şu elimdeki kitapta vefat edeceği yılı haber veriyor, aynen haber verdiği gibi de çıkıyor. Nasıl olur, bu gaybî bir mesele değil mi?7
"Hoca Efendi bu soruma gülümseyerek şu cevabı verdi:
"Mustafa, istisnalar kaideyi bozmaz. Böyle bir velinin vefat edeceği yılı bilmesini çok mu gördün?'
"O gün ikindi namazını kılmak için Ulu Camiye gitmiştim. Müftü Efendi herzaman olduğu gibi, bu Ramazan-ı Şerifte de ikindi namazından sonra vaaz ediyordu. İkindi namazını kıldıktan sonra yine vaaz kürsüsüne çıktı, cemaata hitaben, 'Ey Müslümanlar, dünyaya ilim ve faziletiyle şöhret salan Cenab-ı Said de gitti' dedi. Müftü Efendi bu hitabı ile hem Üstadın ebedî hayata intikalini bildiriyor, hem de Üstadın ilmî değerini ilân ediyordu.
"Müftü Efendinin gözleri görmez olmuş, kitap okuyamaz hale gelmişti. Ben her gün fetvahaneye giderek Risale-i Nur'lardan ders okuyordum. Büyük bir heyecan ve zevkle, 'Evet, evet' diyerek tasvibini izhar ede ede dinliyordu.
"Bu eserlere itiraz eden, İslâm dairesinin dışına çıkar. "
"Birgün Hasan Gürpınar ve Hasan Birbilen'le Hoca Efendiyi ziyarete gittik. Bizden başka da birçok ziyaretçi vardı. Biz varınca o ziyaretçiler de dinî bir sohbet olur düşüncesi ile kalkmadılar. Ben Hoca Efendiye, 'Hoca Efendi, bir ders okuyalım mı?' diye sordum. Hoca Efendi çok tedbirli bir zattı. Ziyaretçiler içinde münafıklar da olabilir düşüncesi ile sükût geçti. Ben Hasan Birbilen'e, 'Oku' diye işaret ettim. Öğretmen Hasan Birbilen dersi okudu, ders bittikten sonra Hoca Efendi, 'Burada kim olduğunu bilmiyorum, kim olursa olsun' diyerek elini soldan sağa doğru salladı ve 'Bu eserlere itiraz eden, İslâm dairesinin dışına çıkar' dedi. Böylesine bir ilim sahibi bu eserlere meftun olursa bizim gibi iman ve Kur'ân hakikatlarına susamış kimselere durmadan bu eserleri okumak düşmez mi?"