AHMET ÖZYAZAR
1928'de Merzifon'da doğdu. Emekli hava astsubayıdır.
"1958 yılında bir zâtta, Hastalar Risalesi'ni gördüm. Bir miktar bana okudu. Büyük bir hakikatle karşı karşıya olduğumu idrâk ettim. Kaderin garip bir cilvesi, büyük bir ihtiyaç duyacağım bu eserlerle ilk olarak bu şekilde karşılaşmıştım.
"Bir sene kadar devam eden ağır hastalığım sırasında, Hastalar Risalesi'ndeki manâlar benim üzerimde tecrübe edilmiş oldu.
"Hastahanede iken bir gün arkadaşlar ziyaretime gelmişlerdi. Öylesine ağır hasta idim ki, Yarbay Reşat Bey devamlı olarak başımda Kur'ân-ı Kerîm okuyordu. Bir taraftan da kardeşler bana tesellî veriyorlardı. Arkadaşlar gidince elektrik lâmbasının yanında Eskişehir Yalaman Camii İmamı Hafız Osman Hocanın başını gördüm. 'Üstad geliyor' dedi. Ben hemen odada bulunan nöbetçiye, 'Kardeşim, ışığı söndür ve dışarı çık' dedim.
"Asker dışarı çıkınca, Üstad içeri girdi. Dua etti ve belime kadar sıvazladı. Ben uyuyakalmışım. Halbuki günlerdir gözüme uyku girmiyordu. Uyku esnasında, sırtımda açılmış olan delikten ciğerime giden hortum dışarı çıkmış, ciğerimde ne kadar iltihap varsa hep temizlenmiş ve sırtımdaki delik de kapanmıştı. Uzun müddet uyumuşum. On-on beş gün içerisinde taburcu oldum.
"İhlâs Risalesi'ni yazarak Üstada gittim"
"Risale-i Nur'u yazmaya İhlâs Risalesi ile başladım. İhlâs Risalesi çok hoşuma gitmişti. Yazarken öylesine dalmışım ki, az kalsın sigara ile halıyı yakacaktım. O zamanlar o alışkanlığı terk edememiştim.
"İhlâs Risalesi'ni bitirince, doğru Üstadın yanına gittim. Görmeyi çok arzu ediyordum. Önceleri ismini de hiç duymamıştım. Yetiştiğim muhit böylesine mevzuların çok uzağında idi.
"Emirdağ'a vardık. Çalışkan'lar vesilesiyle Üstada gidilebiliyordu. Benden birgün sonra da Yarbay Reşat Bey geldi. 'Üstad kimseyi kabul etmiyor' dediler. Yazmış olduğum İhlâs Risalesi'ni Ceylân'a vermiştim. Üstada versin diye. 'Madem bizi kabul etmiyor, hiç olmazsa yazdığım esere baksın' dedim.
"Risaleyi gören Üstad, 'Hemen gelsin' demiş. Üstadın beni kabul etmesiyle, sanki dünyalar benim olmuştu. O gün âdetâ ayaklarım yere basmadı. Üstadın yanına gittiğimde, 'Gel bakalım, kardeşim! Mâşaallah, bunu sen mi yazdın? Demek azmedince bir haftada yazılıyormuş' dedi. Hayretler içerisinde kaldım. Benim risaleyi bir haftada yazdığımı nereden biliyordu? Sonra eserin arkasına, kendi el yazılarıyla bir dua yazdılar.
"Ordudan, havacılardan çokça mesele bahsettiler. Herhalde benim asker olmam hasebiyle, hep askerlikle ilgili şeyler anlatıyordu. Yanından ayrıldığımda, boş bir kovanın bal doldurması gibi bir hisle doluydum.
Yüzbaşı Ekrem
"Eskişehir'de bir Yüzbaşı Ekrem Bey vardı. Temiz, efendi ve kibar bir arkadaştı. Ancak çok lâkayt bir aileye mensub idi. Evlerinde Besmele dahi çekilmediğini söylerdi. Kendisi depoda görevliydi.
"Birgün Ekrem Bey de hastaneye düştü. Ailece tanışır, görüşürdük. 'Ben Risale-i Nur'u tanıma nimetine hastahanede kavuştum. Belki bu adamın da vakti gelmiştir' şeklinde düşünerek, kendisini ziyaretlerimden birisinde, Üstadın Tarihçe-i Hayat'ını verdim. Derhal kitabı bitirmiş. Ekrem Yüzbaşı, bilahare bütün kötü alışkanlıklarını da terk edip namaza başladı.
"Kendisi, ziyaretlerimden birisinde bana, 'Minarede müezzin bekliyor. Namazı kılalım, sonra sohbete devam ederiz' diyordu. Bu, ondaki değişmeyi gösteriyordu.
"Bir müddet sonra Ekrem Yüzbaşı, kendisini Üstada götürmem için ısrar etmeye başladı. Üstada gitmek üzere anlaştık. Yıldız Otelinde buluşacaktık. Yüzbaşı Sedat Besen, sivil olarak oraya gelmişti. Üstad Hazretleri ona, 'Kardeşim, bizim saklı birşeyimiz yok. Böyle elbiseleri değiştirmeye ne hacet var?' demişti.
"Biraz sonra Ekrem Yüzbaşı da gelmişti. Ancak sivil giyinmişti. Zavallının zaten başka sivil elbisesi yoktu. Üstadın Sedat Yüzbaşıya söylediği sözü öğrenen Ekrem, derhal fayton tutup gitti ve resmî elbiselerini giyip geldi.
"Beraberce Üstada gittik. Üstad kabul etti ve sohbette, yüzbaşının benim rütbece neyim olduğunu sorduktan sonra şöyle dedi: 'Sizin ruhlarınızı biribirinize çok yakın görüyorum. Hem bu yüzbaşıdaki fazilet ve meziyet herkeste bulunmaz. Senin (beni kastederek) başına kumandan olduğu halde, bu yolda seni kendisine kumandan olarak kabul etmiş.'
"Ne kadar maaş alıyorsun?"
"Üstad Hazretleri birgün bana sormuştu: 'Ne kadar maaş alıyorsun?'
"Üç yüz lira' dedim.
"Kaç tane çocuk var?' dedi.
"Ben, 'Beş tane efendim' dedim.
"Bunun üzerine, 'Bu maaşın yarısını iade et, diyecektim. Ama mâşallah beş tane çocukla inşaallah geçinip, Nura da hizmet edersin, helâldir' dedi.
"İktisat dersi"
"Birgün kır gezisi için Üstaddan 125 kuruş aldılar. Arabacının aldığı bu para da aslında sembolikti. Üstad, 'Bugün çok yanlış bir iş yaptım. Günde 25 kuruş ile geçinen bir adamın bir günde gezinti için 125 kuruş vermesi çok yanlış bir iştir' dedi.
"Üstadın hizmetindeyim"
"Hizmetinde bulunduğum süre içerisinde Üstadın çok iltifatlarına mazhar oldum. Lâyık olmadığım bu iltifatları çok düşünmüşümdür.
"Birgün herkesin gönlünü aldıktan sonra şöyle dedi: 'Benim her gün değişik şahıslar görmekten ruhum sıkılıyor. Hepinizin bedeline Ahmet Başçavuş hizmetime baksın.'
"Yine başka birgün, bir akşam vakti dışarı çıkmıştım. Namaz vakti de girmişti. Döndüğümde Üstadı, elinde bir saat ile bekler vaziyette buldum. Vakit girer girmez, hemen namazını eda ederdi. O akşam geciktiğim için Üstad merak etmişti.
"Afyon mahkemesi"
"Afyon mahkemesine gitmiştik. Abdurrahman Şeref Lâç da müdafaa için gelmişti. Oradan da araba tutarak beraberce Üstadın yanına gittik. Üstadı alarak Afyon'a döndük. Resmî elbiseli bir havacı, Üstadın koluna girdi. Diğer koluna da ben girdim. Ben de resmî idim. Bunun üzerine ortalığı yaygaraya vermişlerdi. 'Ordu Bediüzzaman'a hizmet ediyor' v.s. diye.
"Bahçeden mahkeme salonuna vardık. Biz farkında değiliz, taharrî memurları da bizi takip ediyorlarmış. Birisi Merkez Komutanlığına telefon ederek bizi ihbar etmiş.
"Salonda Üstadın oturması için sandalye aradık. Kapıcılar, müstahdemler yer vermedi. Biz kendimiz araştırıp, bir sandalye bulduk. Hakim kapalı celse kararı vermişti, içeri kimseyi almıyorlardı.
"Muhakeme esnasında şöyle bir hadise cereyan etmiş: Hakim teker teker bütün maznunların mahkûmiyetleri olup olmadığını soruyormuş. Sıra Üstada gelince şöyle bir muhavere geçmiş.
"Reis: 'Mahkûmiyetiniz var mı?'
"Üstad: 'Yirmi sekiz senedir, zulmünüzün mahkûmuyum.'
"Bunun üzerine reis, telâşla kâtibe emretmiş:
"Yaz, yaz. Mahkûmiyeti yok, yaz.'
"Üstad her hadiseden ibret dersi verirdi"
"Eskişehir-Sivrihisar yolu üzerinde bir Nalbant Camii vardır. Üstad bu camiin müezzininin ezanını işitmiş ve bana şöyle demişti:
"Bu müezzinler için çok sevap vardır. Seslerinin gittiği yere kadarki olan daire içinde bulunan melekler, o müezzin için dua ederler.
"Birgün havadan geçmekte olan uçakları göstererek Üstad şöyle dedi: 'Bakın, uçaklar geçiyor. Bana, 'Said sen havada uçacaksın' deseler, kabul etmem. Risale-i Nur ile meşgul olurum.'
"Üstadın fedakârlık dersi"
"Polisler Hafız Abdullah Toprak'ın evini aramışlar. Ancak masanın üzerindeki risaleyi görememişler. Polisler gidince de, Hafız Abdullah tekrar geri gelip arama yapabilirler endişesiyle risaleyi yakmış. Üzgün üzgün Üstadın yanına gelmiş. Hiç hadiseden bahsetmediği halde Üstad ona, 'Üzülme, kardeşim, o zaman öyle icap etmiş, sön öyle yapmışsın' demiş.
"Hafız Abdullah Toprak'ın bulunduğu bir sırada Üstad bana, 'Kur'ân hakkı için söyle, kardeşim. Sana deseler ki, 'Said'i terk et, sana istediğinizi vereceğiz. Terk etmezsen sana en ağır işkenceleri yapacağız.' Hangisini yaparsın?' dedi.
"Risale-i Nur'u tercih ederim, efendim' dedim.
"Üstad iki dizinin üstünde heyecanla şöyle dedi:
"Ben dahi bunlar için ahiretimi terk ederim. Ben sizden daha fedakâr değilim. Sizlerin çoluk çocuğunuz var, benim yok.'
"Sonra beni göstererek, 'Bak, bunun beş tane çocuğu var. Ben bunlara yetişmeye çalışıyorum' dedi."