MEHMED EMİN ER
1935'ter Diyarbakır-Çermik ilçesinin Kilo köyünde dünyaya geldi. Şarkın meşhur alimlerinden dersler alarak dinî ilimlerde icazet aldı. Dini hizmeti esnasında pek çok talebe yetiştirerek icazet verdi. Ayrıca nakşibendi Şeyhlerinden Şeyh Seyda'nın halifelerindendir. İmamlıktan emekli olduktan sonra Ankara'ya yerleşti. Yurt içinde ve dışında tedris ve irşat hizmetlerini devam ettiriyor.
"Medreseden icazet olmak için 1952 tarihende Bitlis'ın Nurşin köyüne gittim. Şerhül'l-Akaid'i, Şeyh Masum'un oğlu Şeyh Maşuktan, İşâratü'l-İcaz'ı Zülfikar mecmuasını de Sadrettin Hocadan okumaya başladım. Aynı senede icazet aldıktan sonra Diyarbakır'a döndüm. Mektupta Hulusi Bey'den İşâratü'l-İcaz'ı, Zülfikar mecmuasını ve Asa-yı Musa'yı istedim. Hulusi Bey mektupla beni tebrik etti. Bu kitapların hazır bulunmadığından dolayı özür dileyerek bana iki adres yazmıştı. Birisi emekli yüzbaşı Mehmet Kayalar, diğeri de manifaturacı Bitlis'li Yusuf Efendi. Bu adreslerden istediğim kitapları bulamadım, fakat Mehmet Bey adresimi aldı, kitaplar Urfa'dan geldiğinde hemen göndereceğine söz verdi. Fakat bazı aksaklıklardan dolayı eser bana yetişmedi. Sonra beni görünce özür dileyerek Asa-yı Musa ve Zülfikar mecmuasını verdi. Mektubat'ı da Muzaffer Bey emanet alarak verdi. Beşinci Şua ile Sikke-i Tasdiki Gaybı'yi de hediye etti.
"Üstadı arıyorum"
"1954 tarihinde Üstadı ziyeret için Isparta'ya gittim. Üstadın bir gün evvel Eğirdir'e gittiği ve ne zaman döneceğinin malum olmadığını söyleyince adres aldım, hemen Eğirdir'e hareket ettim. Çilingir Ali Efendinin evine vardım. Üstadı sorduğumda şunları anlattı:
"Üstad geçen gece bizdeydi. Sabahleyin motorla Barla'ya gitti. Hareket etmeden evvel abdest aldım. Başımda şapka olduğu halde iki rekât abdest sünneti kıldım. Üstad bana döndü ve dedi ki: 'Ali, şapkayla kıldığının ziyanını ben veremem. Fakat bizimle meşgul olduğundan dolayı ziyanın neyse vereyim.' Ben de cevaben, 'Hayır, benim sizden ötürü bir ziyanım olmamıştır. Bir miktarcık başım açık dolaşırım' dedim.
"Sonra yemek duasından bahsedilirken Ali Efendiye sordum: 'Üstad sizinle yemek duası okudu mu?'
"Ali Efendi cevaben, 'O bize misafir olur, ama yemek yediğini görmeyiz, o ancak gece bir iki lokma yer' dedi.
"Ali Efendi hizmetle meşgul iken yanımıza gelen arkadaşlar şöyle konuştular. 'Ali talebe olmazdan önce namaz kılmazdı, içki içerdi, daha sonra namaza başladı, içkiyi de terk etti. Eski Türkçe risalelerin okumasını ve yazmasını öğrendi.'
"Eğirdir müftüsünden bahsedilirken cemaatten bazıları 'Müftü Ali'nin dostudur' dediler ve bu hususta Üstadın şöyle konuştuğunu naklettiler. 'Müftü Ali'nin dostudur, Ali de benim dostumdur. Benim dostumun dostu, dostumdur. İman şartı ile hakkımı herkese helâl ediyorum. Hatta bana zehir içirenlere de.'
"Hülasa sabahleyin Ali Efendi torbaya bir francala ekmeği koydu ve dedi: 'Üstad lokantaya gitmez ve kimsenin ekmeğini yemez. Bunu Üstada verirsin, o sana parasını verir, sen al.'
"Sonra benimle beraber geldi, beni motora bindirdi ve kendisi evine döndü. Barla'ya gittim, fakat Üstadın karadan Barla'dan döndüğünü işitince hemen aynı motorla Eğirdir'e döndüm.
"Benimle motora binen bir hoca hemen şöyle sohbete başladı. 'Memleketimizin geliri kifayetsizdi, 55 seneden beri bize yetmiyordu. Bu mübarek zat geldiğinden bu yana Allahü Teâla memleketimize bereket ihsen etti. Şimdi biz fazlasını dışarıya satıyoruz. Bazen Üstadla birlikte bağımıza giderdik. İki habbeyi koparır ve der: 'Hoca, bunların parası ne kadardır, vereyim.'
"Estağfirullah hocam, onun ne kıymeti var ki veresiniz, ben yemenizden şeref duyarım. 'Fakat sonra çıkarır bir risale hediye eder. Eğer o hediye kabul etseydi, bu Barla nahiyesi kendisinin mülkü olurdu. Fakat kabul etmez. Bazen bana gideriz, çiçekleri çok sever, bazılarına dikkatli dikkatli bakar, görürüm ki, gözlerinden yaş akar.
"Üstadın huzurundayım"
"Sonra Eğirdir'e geldim. Francalayı Ali Efendiye verdim ve aynı günde Isparta'ya döndüm. Ceylan'ı gördüm. 'Beni uzaktan takip eyle' dedi, 'Zira tarassud var, kimseye hissettirme, hafiyeler seni görürlerse tutarlar.'
"Ben de uzaktan kendisini takip ettim. Bir müddet yürüdükten sonra bir kapı önünde durdu. Etrafa baktıktan sonra içeri girdi. Kapıyı yarım açık bıraktı ve kapının ardında beni bekledi. Beraber yukarıya çıktık, sağımdaki odaya girdi. Zübeyir de geldi, beni soldaki odaya götürdü.
"Hemen yere ve duvarlara nazar ettim. Asılı veya serili hiçbir şey görmedim. Yalnız Hazret-i Üstadı; bir sedir, bir yorgan ve bir de yastığı gördüm. Hazret-i Üstad sedir üstünde oturmuş, yorgan altından ayaklarını uzatmış idi. Yorganı göğsüne çekmişti. Hasta olduğu belli idi. Başında uzunca bir külah, üzerinde de renkli bir kefye kat kat yukarıya doğru sarılmıştı. Gömleğin kollarını yukarıya doğru kaldırmıştı. Sakalı yoktu, parmakları uzun, vücutları iri, fakat zayıftı. Saçı iki üç parmak kadar külahtan dışarı sarkmıştı. Bakışı heybetli, sesi hasta olmakla beraber yüksek ve şiddetli idi.
"Bana 'Nerelisin?' diye sordu.
"Diyarbakırlıyım' dedim.
"Birçok kişiyi, valiyi ve Mehmet Kayalar'ı sordu. Daha sonra da 'Niçin geldin?' dedi.
"Ziyaret ve bazı soruları sormak için geldim' dedim
"Üstad, 'Hastayım, sorulara cevap vermeye vaktim yoktur' dedi.
"Sonra Zübeyir'e hitaben 'Bir minder getir' dedi. Minderi getirdi, hemen yanına sermesini işaret etti ve bana 'Otur' dedi.
"Oturdum. Zübeyir'e, 'Sen de otur, sesim çıkmazsa sen anlat' dedi.
"Zübeyir'le beraber Üstadın yanında yan yana diz çöküp oturduktan sonra, Üstad, 'Soruların nedir?' dedi.
"İmamlığı zekâtla yapıyorlar. Bu durum hoşuma gitmiyor. İmamlığı böyle mi yapalım, yoksa ücretle mi yapalım? Veya başka birşeyle mi meşgul olalım?' dedim.
"Üstad, 'Ücrette minnet vardır. Zekâtsa minnetsizdir, mal Allah'ındır, zenginler birer vekildir. Siz zekâtla imamlık yapın. Fakat pazarlık etmeyin. Günlüğünü de onlara bağlamayın, çünkü ihlâsı zedeler, Rızık veren Allah'tır, yalnız onların eliyle gönderir. İktisat edin.'
"Üstad, başka sorularımın neler olduğunu sordu.
"Nakşi tarikatinin halifesi olayım mı?"
"Nakşibendi tarikatında beni halife ettiler. Ben kendimi buna layık görmüyorum. Manevî mes'uliyetten korkuyorum. Eğer bunun bana zararı varsa terk edeyim' dedim.
"Üstad, 'Şeyhin kimdir?' diye sordu.
"Şeyh Seyda'dır.'
"Şeyh Seyda kimin oğludur?'
"Şeyh Ömer Zerğani'nin oğludur.'
"Aşiretine ne diyorlar?'
" Arap aşireti diyorlar.'
"Aslen nereden gelmedir?'
"Aslen Bağdat'tan gelmedir.'
"Şeyh Seyda kimin halifesidir?'
"Dayısı Şeyh Mehmed Nuri'nin halifesidir.'
"Şeyh Mehmed Nuri tarikatı kimlerden almıştır?'
"Şeyh Mehmed Nuri, Şeyh Ömer Zenğani'den; Şeyh Ömer de Şeyh Hüseyin Basri'den; Şeyh Hüseyin de Şeyh Salih Sübki'den; Şeyh Salih de Şeyh Muhammed Ayni'den; Şeyh Muhammed Ayni de Şeyh Halid Cezeri'den; Şeyh Halid de Mevlana Halid'den almıştır.'
"Cizre şimdi Türkiye'de mi Suriye'de mi?'
" Türkiye'dedir.
"Şeyh Seyda Risale-i Nur'u okuyor mu?'
"Şeyh Seyda Türkçeyi bilmez. Fakat sizin ne kadar Arapça risaleniz varsa hepsi yanında mevcuttur.'
"Şeyh Seyda irşada çıkıyor mu?'
"Evet, irşada çıkıyor.'
"Ehl-i tarikat daha ziyade imanla alakadardırlar, sen almış olduğun vazifene devam et. Yalnız hediye kabul etme. Hediye hilafü'ş-şer' değildir. Fakat ihlâs yoktur. Ben iki cihetle Şeyh Seyda ile alakadarım. Hem selam, hem tebrik ederim.'
"Zübeyir sordu: 'Alakaları biliyor musun?'
"Hayır, bilmiyorum.'
"Zübeyir: 'Alakalar manevîdir.'
"Üstada tekrar sordum: 'Ben medrese ilimlerini bitirdim ve icazet aldım. Bundan sonra ne yapayım?'
"Üstad: 'Risale-i Nur'u oku, okut. Risale-i Nur bana ihtiyaç bırakmamıştır. Seni on beş gün kadar misafir etmek isterdim, fakat üzerimizde tarassudatlar vardır. Eğer bilseler ki sizin gibi bir âlimin geldiğini, hemen hemen inceden inceye takibat açarlar. Biz yatakta hasta olduğumuz halde bizden korkuyorlar. Biz ziyaretçileri kabul etmiyoruz. Hatta geçenlerde Menderes Isparta'ya geldi. Vali ile beraber ziyaretimize gelmeleri için müsaade istedi. Ben kabul etmedim. Ben seni talebelerimden kabul ettim. Hemen memlekete avdet et. Sana soran olursa, 'Ziyarete gelmişim deme, ticarete gelmişim' de. Paran yoksa sana vereyim.'
"Benim param vardır' dedim.
"Mübarek elini öptüm. O da faziletinden fakirin elini öptü. Göz yaşlarımı dökerek ayrıldım. Saatime baktım. Gördüm ki, Üstadla mülakatımız tam 45 dakika olmuş.
"Trene geldim. Bir gün iki gecede Diyarbakır'a yetiştim. Mehmet Kayalar'ın yanına vardım. Mehmet Kayalar beni görünce: 'Konya'da indin mi?' dedi. Ben, 'Hayır, inmedim' dedim.
"Mehmet Kayalar, 'Üstadın mektubu gelmiş sizden bahsetmiş' dedi.
"Şeyh Seyda: O, Firavunların Musa'sıdır"
"Hazret-i Üstadın selâm ve tebriklerini evvela mektupla, sonra Cizre'ye gittiğimde Şeyh Seyda'ya tebliğ ettim.
"Cemaatten birisinin suali dolayısıyla Şeyh Seyda Üstad hakkında şunları söyledi:
"Bediüzzaman'ı bu asırda Allah Teâla bize göndermiştir. Daha genç yaşlarda iken Cizre'ye gelmiştir. En büyük âlim ve mürşidlerinden sayılan dayılarımız ve ağabeylerimiz onun ilmini, fazlını, büyüklüğünü kabul ve itiraf etmişlerdir. O inancı olmayanların, Firavunların Musa'sıdır. Onun vazifesi öyledir. Bizimki de böyledir. Eğer bir mani olmasa idi ziyaretine gider, elini öper, dua talep ederdim. Kitapları hakikattırlar. Bizde mevcutturlar. Eğer rast gelse, mani de olmazsa, ben de medreseye gider Risaleleri dinlerdim."