YUSUF DEHRİ
"Aradığını Risale-i Nur'da bulursun"
" İnsan 15 ile 25 yaşları arasında kendisinde mânevi bir boşluk hisseder. Fıtrî olarak böyle bir boşluğun tatmini için çare arar. Ben de böyle bir hal içinde 15-16 yaşlarındayken kıvranmaya başladım. Kendime mürşid arıyordum. Birçok vilayete gittim, tarif üzerine aradığım mürşidi bulamıyordum. Gemlik'e kadar gittim, yine de tatmin olamıyordum.
"Böylece ruhumdaki mânevî boşluğun acısını çekerek bir sarhoşa benzer halimle Beyazid Camiinde öğle namazını kıldıktan sonra aşağıya doğru inerken omuzumu yabancı bir el tutuverdi, yüzüne doğru bakınca sanki senelerce beraber ünsiyet etmiş gibi bir sevgi ve bir halvet-i ruhi hissetim. Bana şöyle hitap etti:
"Kardeşim aradığını Risale-i Nur'larda bulabilirsin, boşuna yorulma.'
Dilim tutulur gibi oldu, 'Sen kimsin, benim aradığımı ne biliyorsun?' diye birşey soramadım, sadece, 'Risale-i Nur'lar nedir, nasıl bir eserdir, bunları kim yazmış, okursam ne olur? Bunlar nelerden bahseder?' diyebildim.
"Kardeşim' dedi, 'bunlar senin aradığından bahseder, bunları okursan aradığını bulursun. Bunlar iman hakikatlarından bahseder.'
"Dedim ki: 'Ben şimdi İzmir'e gideceğim. Orada bu eserlerden bulabilir miyim?'
"Evet bulabilirsin' dedi ve İzmir'e Abdurrahman isminde bir kitapçının ismini verdi. Oraya gittim, tarif üzerine kitapçıyı buldum. Adamın çok güzel bir siması vardı. Susayan bir insanın suyu bulunca sevinmesi gibi, ben de bu kardeşimi görünce sanki bütün dertlerime çare bulacak ümidiyle beni bir sevinç aldı ve durumu izah ettim. O da bana ilk olarak Elhüccetü'z-zehra isimli risaleyi verdi.
"Eseri okumaya başlayınca hakikaten aradığım ruhî boşluğun telafisini o kitapla temin ettim. Ben bir aşk aldı. İmkân dairesinde bu eserlerin bir çoğunu temin ettim. Gece gündüz okumaya başladım, ama yine de ruhumda bir boşluk hissediyordum, tam tatmin olamıyordum, olmayışımın sebebi de bu eserlerin müellifini görüp ondan şifaen ilâç almaktı. Bu şekilde bir kaç sene çırpındım. O zamanlar Üstad Bediüzzaman, Barla nahiyesinde ikamet ediyordu.
"Bu arada Ankara'ya geldim. Et Balık Kurumuna girdim, bir sene çalıştıktan sonra bir hafta kadar mazeret izni aldım. Arkadaşım İsmail Kuzucu ile birlikte Üstadı ziyarete gittik. Bu arada Risale-i Nur talebeleri yazıya çok önem veriyorlardı. Ben de kardeşlerimin ve ağabeylerimin teklifiyle eskimez yazıyı öğrenmiştim ve bir Gençlik Rehberi yazmıştım. Onu yanıma aldım ve Bediüzzaman'ı ziyarete gittik.
"Üstad ay gibi parlıyordu"
"Akşamleyin Isparta'nın Eğirdir kazasında kaldık ve sabahleyin kayıkla Barla yoluna geçtik. Bediüzzaman'ın kaldığı evi aradık bulduk ve kapıya dayandık.
"Kapıyı çalınca karşımıza Zübeyir Ağabey çıktı ve 'Kardeşlerim Üstad hastadır, ziyarete müsade etmiyor' dedi.
"O anda sanki mânevi telefon gelmiş gibi hemen içeri koştu, biraz sonra tebessüm ederek geldi. 'Kardeşlerim, buyurunuz, geliniz' dedi.
"Büyük bir heyecanla içeri girdik ve Üstad, yatak içerisinde oturmuş, başına sarığa benzer bir bez sarmış, beyaz bir cübbe giymiş, sanki ay gibi parlıyordu. Yanına vardık, elini öptük ve gösterilen yere oturduk. Bize ne söyleyecek bekliyorduk. Baktı ve elini uzatarak, 'Kardeşlerim beni görmek isteyen, eserleri, Risale-i Nur'ları çok okusun. Ben bütün fikrimle beraber eserlerde mevcudum' dedi. Böyle bir kaç kelâm ettikten sonra, bilhassa sünnete son derece ehemmiyet vererek tatbik etmemizi ve sünnetin en küçük adabını büyük bir emr-i İlâhi gibi tutmamızı tavsiye etti. Namazları vaktinden evvel hazırlıklı karşılamamızı, yani namaz vaktinden önce abdestli olmamızı, namazı abdestli karşılamamızı bize tavsiye etti. Münferit yaşamanın çok zararlı olacağını, Müslümanların cemiyet halinde yaşamasınını çok önemli olduğunu, ibadeti ve dinî müzakereleri cemiyet halinde yapmanın, yani dershaneler halinde yapmanın çok lüzumlu olduğunu, böyle yerlere devamlı gitmenin gerektiğini bahsetti.
"Üstad Bediüzzaman'ın konuştuklarını pek anlayamıyorduk, fakat Zübeyir Ağabey bize tercüme ediyordu. Arkadaşım İsmail Kuzucu'yla oruç tutuyorduk. Şaban-ı Şerif ayıydı. Bediüzzaman Hazretleri bizim oruçlu olduğumuzun farkına vardı, yani keşfetti ve Zübeyir Ağabeye dedi ki: 'İki tane pasta getir.' O da iki tane pasta getirdi ve onları Üstadımız bize verirken, 'Bunlarla iftar vaktinde iftar edersiniz kardeşlerim' dedi. Bizim oruçlu olduğumuzu Ramazan olmadığı halde keşfetti ve bize iki tane kırmızı 25 kuruşlardan hediye etti. Biz bu paraları cüzdanımıza koyduk. O günden sonra ben şehadet ederim ki, bugüne kadar cüzdanımdan para eksikliğini bilmiyorum. Yalnız o parayı ben kaybettim, ama yine bereketi bitmiyor.
"Yazdığım Gençlik Rehberi'ni Üstadıma takdim ettim. Aldı, baktı ve 'Bârekellah' dedi ve kitabın arkasına bir dua yazdı. Duasında, 'Ya Rabbi, bu kitabı yazan Yusuf'u Cennetü'l-Firdevse nasib eyle' diyordu.
"Kitabı koynuma koydum ve tekrar nasihatını beklerken dedi ki: 'Hiç durmayın burada, hemen kalkıp gidin.' Sanki başımıza gelecekleri hissetmiş gibi tekrar tekrar tavsiye etti: 'Hemen kayığa binin ve gidin. ' Kendisi de dışarıda hazırlanmakta olan bir ata binip kıra çıktı.
"Üstadı görmeye doyamadık"
"Üstadı görmeye doyamadık, tekrar görelim diye kırda kendisini takip ettik. Arkadan Üstadımızı seyrediyorduk. 'Dönüşte de görürüz ' diye bir yerde Üstadı beklemeye koyulduk. Fakat ne oldu bilemedik, iki jandarma ve bir de karakol komutanı bizi hemen yakaladılar ve kelepçelediler. Çok hakaret ettikten sonra kayığa attılar, Eğirdir'e mapushaneye tıkadılar.
"Bizi abdest almaya değil, helaya bile bırakmıyorlardı. 15 gün demirlerin üzerinde yatırdılar. 15 gün sonra mahkemeye çıkardılar. İfade verdiğimiz mahkemede bize çok büyük defter açtılar, künyemizi de oraya kaydetiler. Ve Biiznillahi Teala, o uzun ifadeden sonra beraat ettik, serbest bıraktılar. Fakat kitabımı elimden aldılar, vermediler.
"Öylece sokağa çıktık. Niyetimiz bir vasıta bulup Ankara'ya gidip işimize başlamaktı. Bir haftalık izin 16 güne çıkmıştı. İzin bir gün geçse, hemen işten atarlardı. Böyle düşünürken, hiç tanımadığımız bir zat bize selâm verdi ve 'Geçmiş olsun' dedi.
"Hayret ettik, bu zat bizi tanıyor da, bizim hapis olduğumuzu nereden biliyor? Sadece ismini sorabildik. 'Benim adım Salih, bir ağabeyimiz beni size gönderdi, oraya gidelim' dedi.
"Biz de çekinmeden beraber gittik ve ahşap bir binaya girdik, kapı açıldı, içeride pejmurde bir merdiven vardı. Merdivenin başındaki çok nurani bir zat, Salih kardeşimize, 'Salih kardeşim, yavruları getirdin mi?' diye sordu. Sanki anlaşmışlar gibi, biz hayret ediyorduk ve merdivenden yukarı çıktık. Bizi çağıran zatın Ali Çilingir olduğunu sonradan anladık. Bu zatın hiç yazısı yok ve ümmi idi. Yalnız bu zat, Risale-i Nur'ları çok tehlikeli zamanlarda postahanelere götürüp getirdiği için Allah'tan bu abimize mânevi bir rütbe verildiğini anladık.
"Şöyle ki: Bize birçok teselli ve nasihat ettikten sonra dedi ki: 'Dün dükkâna giderken gözüme bir hal oldu ve gözümü birden açıp baktım ki, yolda iki tane kuş yavrusu. Büyük bir yılan, o yavrulara hücum etmiş, o yavruları yutmak üzereyken anneleri geldi, yilana hücum etti ve yılan kaçtı, anneleri yavruları kanatlarının altına aldı ve bu gördüğüm perde de gözümden kayboldu. O zaman anladım ki, Üstadın duası ve himmeti size yetişecek ve beraat edeceksiniz. Müjdeler olsun! Beraat ettiniz. Üstadın himmeti Allah'ın kudretiyle size yetişti' dedi.
"Oradan ayrıldık ve Ankara'ya geldik ve hemen müdürün yanına vardık, bize niçin geç kaldınız demeden hemen işe aldılar. Bunun da Üstadın duası ve himmetiyle olduğunu anladık. Bundan sonra birkaç defa daha mahkemeye girdik.
"Üstadı ikinci ziyaretim"
"Üstad Emirdağ'da idi, oraya gittik. Eskişehir'de otururken bir zat bize sordu: 'Nereye gidiyorsunuz?' Biz durumu anlatınca kendisi de ziyarete gelmek istedi.
"Birlikte gittik, fakat bu adamı ruhumuz hiç sevmiyordu. Her nedense 'Gelme' de diyemiyorduk. Beraber Üstadın bulunduğu eve gittik. Kapıyı çalınca karşımıza yine Zübeyir Ağabey çıktı ve katiyen Üstadla görüşmenin mümkün olmadığını, Üstadın çok rahatsız olduğunu söyledi.
"Çok müteessir olmuştuk ve üzülerek geri döndük, giderken bize işaret etti. 'İkiniz durun' dedi. Zübeyir Ağabey, Eskişehir'de bize katılan adamı savmak istemişti.
"Bize gizlice, 'Gidin başka sokaktan dolaşın ve tekrar gelin' dedi.
"Biz de o adamı yanımızdan ayırdık, başka bir sokaktan dolaşarak tekrar geldik. Üstadın huzuruna vardık, elini öptük ve oturduk. Üstadımız bize yine iman hakikatlarından bahsettikten sonra bana hususi olarak, 'Evladım, sen gittiğin yerde İslâmi hakikatleri anlatacaksın' dedi ve emr-i bi'l-marufun ehemmiyetinden bahsetti ve 'Anne-baban, bir Risale-i Nur talebesine anne-baba olmuşlardır, benden onlara selam söyle' ded.
"Üstadın selamını anne- babama söyleyinceye kadar babamın bir çok hataları vardı. Ondan sonra babam o hataları tamamen bıraktı.
"Üstadı üçüncü ziyaretim"
"Tarihini unutmuşum. Üstadımız Ankara'da Beyrut Palas Otelinde kalıyordu. Sû-i zan erbabı çok sıkı emniyet tedbiri almış ve bir tank birliği otelin etrafını sarmış, kimseyi içeri bırakmıyorlardı. Müşteri dahi sokmuyorlardı. Fakat biz, Biiznillahi Teâla, yabancı bir yolcu iddiasiyle otele bilet alıp Üstadı ziyarete gittik ve feyizli beyanlarından istifadeye çalıştık. Cenab-ı Allah'ımız cümle Ümmet-i Muhammedi hakiki Üstadları bulmayı ve Üstadların ağızlarından akan hakikatları anlayıp da mucibince tatbik etmeyi nasip eylesin derim.
"Bediüzzaman 20. asrın Müceddididir"
"Üstadım Bediüzzaman 20. asrın Müceddididir. Bunu hayatıyla ispat etmiştir. Peygamberimiz (a.s.m.) dünya ile nasıl alâka kurduysa, dünyaya ne kadar rağbet ettiyse, Üstadımız da onun bir vârisi olarak aynen yapmıştır. Benim bildiğim ve gördüğüm kadarıyla, Bediüzzaman'ın siyah kaput bezinden bir cübbesi, messiz bir gıslavet lastiği, omuzunda bir seccadesi ve elinde bir ibriği vardı. Dünya malı bu, gittiği yerlerde bunları peşinde taşırdı, geri kalan bütün dünya malını ve muhabbetini dünya ehline ve ihtiras sahiplerine bırakmıştı. Bütün ömrünü (Tarihçe-i Hayat'ta olduğu gibi) çeşitli çileler halinde İslâma vakfetmişti. Bu mücadeleyi ancak Müceddidler yapabilir. Bediüzzaman'ın dünyaa ile zerre kadar alâkasını ve menfaat arzusunu hissetmedik ve görmedik. Anlıyoruz ki, bu zat İlâhi bir memurdur."
(N.ŞAHİNER)