Hem hayat, kâinatın tedbir ve idaresinde hükümferma olan rızk ve rahmet ve inâyet ve hikmeti tazammun ediyor. Güya hayat onları arkasına takıp, girdiği yere çekiyor. Meselâ hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit, Hakîm ismi dahi tecelli eder, hikmetle yuvasını güzelce yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerîm ismi de tecelli edip, meskenini hâcâtına göre tertib ve tezyin eder. Yine aynı halde Rahîm isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devam ve kemâli için türlü türlü ihsanlarla taltif eder. Yine aynı halde Rezzâk isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın bekasına ve inkişafına lâzım maddî, ma’nevî gıdaları yetiştiriyor. Ve kısmen bedeninde iddihar ediyor.
Demek hayat bir nokta-i mihrakıye hükmünde; muhtelif sıfât birbiri içine girer, belki birbirinin aynı olur. Güya hayat tamamiyle hem ilimdir, aynı halde kudrettir, aynı halde de hikmet ve rahmettir ve hâkezâ...
İşte hayat bu câmi mâhiyeti i’tibâriyle şuûn-u zâtiye-i Rabbânîyeye âyinedarlık eden bir âyine-i Samediyettir. İşte bu sırdandır ki: Hayy-ı Kayyûm olan Zât-ı Vâcibül Vücûd, hayatı pek çok kesretle ve mebzuliyetle halkedip, neşir ve teşhir eder. Ve herşeyi hayatın etrafına toplattırıp, ona hizmetkâr eder. Çünkü; hayatın vazifesi büyüktür.
Evet Samediyetin âyinesi olmak kolay bir şey değil, âdi bir vazife değil. İşte göz önünde her vakit gördüğümüz bu had ve hesaba gelmiyen yeni yeni hayatlar ve hayatların asılları ve zâtları olan ruhlar, birden ve hiçten vücûda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zât-ı Vâcibül Vücûd ve Hayy-ı Kayyûm’un vücub-u vücûdunu ve sıfât-ı kudsiyesini ve esmâ-i hüsnâsını; lemaatın Güneşi gösterdiği gibi gösteriyorlar. Güneşi tanımıyan ve kabul etmeyen adam, nasıl gündüzü dolduran ziyayı inkâr etmeye mecbûr oluyor.