ve giymesinde hiçbir maslahat bulunmadığından ve benim resmî bir vazifem olmadığından -ki resmî bir libasdır- bereyi giyenler de mes’ul olmazlar denildiği halde, husûsan münzevi ve insanlar arasına girmeyen ve Ramazan-ı Şerif’in içinde böyle hilaf-ı kanun en çirkin bir şey ile ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı hatırına getirmemek için has dostlariyle dahi görüşmeyen, hatta şiddetli hasta olduğu halde, ruhu ve kalbi vücûduyla meşgul olmamak için ilâçları almayan ve hekimleri çağırmayan bir adama şapka giydirmek, ecnebî papazlara benzetmek için ona teklif etmek ve adliye eliyle tehdid etmek, elbette zerre kadar vicdanı olan bundan nefret eder.
Meselâ: Ona teklif eden demiş: “Ben, emir kuluyum.” Cebr-i keyfî kanun ile emir olur mu ki, emir kuluyum desin. Evet, Kur’ân-ı Hakîm’de, Yahudi ve Nasranilere başta benzememek için ona dâir âyet olduğu gibi,
âyeti, ulü-l emre itaati emreder. Allah ve Resulünün itâatına zıd olmamak şartiyle, o itâatın emir kuluyum diye hareket edebilir. Halbuki bu mes’elede; an’ane-i İslâmiye kanunları, hastalara şefkatle incitmemek, garîblere şefkat edip incitmemek, Allah için Kur’ân ve ilm-i îmanîye hizmet edenlere zahmet vermemek ve incitmemek emrettiği halde; husûsan münzevi, dünyayı terketmiş bir adama ecnebi papazlarının serpuşunu teklif etmek on vecihle değil, yüz vecihle kanuna muhalif ve İslâmın an’anevî kanunlarına karşı bir kanunsuzluktur ve keyfî bir emir hesabına o kudsî kanunları kırmaktır.
Benim gibi kabir kapısında, gâyet hasta, gâyet ihtiyar, garîb, fakir, münzevi, sünnet-i seniyeye muhalefet etmemek için otuz beş seneden beri dünyayı terkeden bir adama bu tarz muameleler, kat’iyyen şek ve şüphe bırakmadı ki;