“RİSÂLE-İ NUR, ma’nevî hakîkatları ve îman ilmini Avrupa’ nın fen ilimleriyle mezcederek gâyet kuvvetli bürhan ve hüccetlerle aklen ve mantıken isbat eder. RİSÂLE-İ NUR, hal ve istikbâlin, ilmî, îmanî, aklî ve fikrî ihtiyaçlarına tam cevab verir bir kuvvet ve mâhiyet ve husûsiyettedir. RİSÂLE-İ NUR’da başka eserlerden nakil yoktur, Kur’ân’ın mu’cize-i ma’nevîyesidir. RİSÂLE-İ NUR, yüz ma’nevî keşfiyatı hâvi ve tılsım-ı kâinatın muammasını keşif ve halleden bir keşşafdır. RİSÂLE-İ NUR, yalnız bu vatan ve bu millet için değil, Âlem-i İslâm ve beşeriyet için yazılmıştır. RİSÂLE-İ NUR, şu zamanın yaralarına en münâsib bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümüne ma’rûz hey’et-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu yüz binlerle kimseler tarafından tasdik edilen bir eser külliyatıdır.”
Muhterem hey’et-i hâkime!
RİSÂLE-İ NUR’un gâyet hârika bir cüz’ü olan “ÂYET-ÜL KÜBR” risâlesinin beyânı vechiyle: Mâdem bin seneden beri îman ve Kur’ân aleyhinde terâküm eden Avrupa feylesoflarının i’tirâzları ve şüpheleri yol bulup ehl-i îmana hücum ediyor. Bir saadet-i ebediyenin, bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i dâimenin anahtarı, medârı, esası olan ÎMANI sarsmak istiyorlar. Elbette her şeyden evvel îmanımızı taklidden tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.
RİSÂLE-İ NUR’la mübareze edilmez, o mağlub olmaz, yirmi senedir en muannid feylesofları da susturuyor. (Şimdi yirmi sekiz sene oldu.) Îman hakîkatlarını Güneş gibi gösteriyor, bu memlekete hükmeden onun kuvvetinden istifade etmek gerektir. RİSÂLE-İ NUR, söndürmek için üflendikçe parlayan bir nurdur. Onun talebeleri başkalara benzemezler, mağlub olmazlar. RİSÂLE-İ NUR’u mağlub edebilmek için kâinatı elinde tutan bir kuvvet lâzımdır.