Sözler | YirmiBirinci Söz | 275
(269-278)

Hem bununla beraber o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünki: Senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. Yâni onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır. Çünki: Hükümsüz bir tahayyülü hakikat tevehhüm eder. Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder. Onun sözünü, ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zâten şeytanın da istediği odur.

İKİNCİ VECİH budur ki: Mânâlar kalbden çıktıkları vakit, sûretlerden çıplak olarak hayale girerler; oradan sûretleri giyerler. Hâyâl ise, her vakit bir sebeb tahtında bir nevi sûretleri nesceder. Ehemmiyet verdiği şeyin sûretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mânâ geçse; ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer mânâlar, münezzeh ve temiz iseler, sûretler mülevves ve rezil ise, giymek yoktur, fakat temas var. Vesveseli adam; teması, telebbüsle iltibas eder. “Eyvâh!” der. “Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu sefillik, bu hısset-i nefs, beni matrud eder.” Şeytan onun şu damarından çok istifâde eder. Şu yaranın merhemi şudur:

Dinle ey bîçâre! Nasılki, senin namazın edeb-i nezihânesinin vesilesi olan zâhirî taharete, batnının bâtınındaki necaset ona tesir etmez ve bozmaz. Öyle de: Maânî-i mukaddesenin, sûret-i mülevveseye mücâvereti zarar etmez. Meselâ sen âyât-ı İlâhiyyeyi tefekkür ediyorsun. Birden bir maraz, ya bir iştiha, ya bevl gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin hissine dokunuyor. Elbette senin hayalin, devâ-i illet ve kazâ-i hacetin levâzımatını görecek, bakacak, onlara münâsib süflî sûretleri nescedecek ve gelen mânâlar ortalarından geçecekler. Geçeceklere ne beis vardır ne televvüs var ve ne zarar var ve ne hatar var. Yalnız hatâr ise, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.

ÜÇÜNCÜ VECİH budur ki: Eşya mabeynlerinde, bâzı münasebât-ı hafiyye bulunur. Hattâ hiç ümid etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur. Ya bizzât bulunur veya senin hayâlin, meşgul olduğu san’ata göre o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış. Şu sırr-ı münasebettendir ki, bazen bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves şeyi hatıra getirir. Fenn-i Beyân’da beyân olunduğu gibi, “Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet ise, hayalde sebeb-i kurbiyyettir. ” Yâni: İki zıddın sûretlerinin cem’ine vasıta, bir münasebet-i hayaliyyedir. Bu münasebetle gelen tahattura, tedâi-yi efkâr tâbir edilir. Meselâ: Sen namazda, münâcatta, Kâbe karşısında, huzur-u İlâhîde iken, âyâtı tefekkürde olduğun bir halde; şu tedâi-yi efkâr, seni tutup en uzak malâyâniyyat-ı rezileye sevkeder.

Səs yoxdur