Sözler | Yirmiİkinci Söz | 296
(279-310)

DÖRDÜNCÜ LEM’A: Bak, şu semâvatın denizinde yüzen ve şu zeminin yüzünde serpilen rengârenk mevcûdâta ve çeşit çeşit masnuata dikkat et! Göreceksin ki; herbiri üstünde Şems-i Ezelî’nin taklid kabûl etmez turraları vardır. Nasıl hayatta sikkeleri, zîhayatta hâtemleri görünüyor ve bir-ikisini gördük. İhya üstünde dahi öyle turraları vardır. Temsil, derin mânâları fehme yakınlaştırdığından bir temsil ile şu hakikatı göstereceğiz.

Meselâ, Güneş: Seyyarelerden tut tâ katrelere kadar, tâ camın küçük parçalarına kadar ve kar’ın parlak zerreciklerine kadar şu Güneş’in misâliyyesinden ve in’ikâsından bir turrası, Güneş’e mahsus bir eser-i nurânisi görünüyor. Şayet o hadsiz şeylerde görünen güneşçiklerini, Güneş’in cilve-i in’ikâsı ve tecelli-i aksi olduğunu kabûl etmezsen, o vakit herbir katrede ve ziyâya maruz herbir cam parçasında ve ışığa mukabil her şeffaf bir zerrecikte; tabiî, hakikî bir Güneş’in vücûdunu bil’asâle kabûl etmek gibi gayet derece bir dîvanelikle, nihayetsiz bir belâhete düşmekliğin lâzım gelir. Öyle de: Şems-i Ezelî’nin tecelliyat-ı nuranîyyesinden “İhya” yâni “Hayat vermek” cihetinde, herbir zîhayat üstünde öyle bir turrası vardır ki; faraza bütün esbab toplansa ve birer fâil-i muhtar kesilseler, yine o turrayı taklid edemezler. Zira herbiri birer Mu’cize-i Kudret olan zîhayatlar, herbiri o Şems-i Ezelî’nin şuâ’ları hükmünde olan Esmâsının nokta-i mihrâkiyesi sûretindedir. Eğer zîhayat üstünde görünen o nakş-ı acib-i san’atı, o nazm-ı garib-i hikmeti ve o tecelli-i sırr-ı ehadiyyeti, Zât-ı Ehad-i Samed’e verilmediği vakit, herbir zîhayatta, hattâ bir sinekte, bir çiçekte nihayetsiz bir kudret-i fâtıra içinde saklandığını ve herşeyi muhit bir ilim bulunduğunu ve kâinatı idare edecek bir İrade-i mutlaka onda mevcut olduğunu, belki Vâcib-ül Vücûd’a mahsus bâki sıfatları dahi onların içinde bulunduğunu kabûl etmek, âdeta o çiçeğin, o sineğin herbir zerresine bir Ulûhiyyet vermek gibi dalaletin en eblehçesine, hurafatın en ahmakçasına bir derekesine düşmek lâzım gelir. Zira o şey’in zerrelerine, husûsan tohum olsalar, öyle bir vaziyet verilmiş ki; o zerre, cüz’ü olduğu zîhayata bakar, onun nizâmına göre vaziyet alır. Belki o zîhayatın bütün nev’ine bakar gibi, o nev’in devamına yarayacak her yerde zer’etmek ve nev’inin bayrağını dikmek için kanatçıklarla kanatlanmak gibi bir keyfiyet alır. Belki o zîhayat alâkadar ve muhtaç olduğu bütün mevcûdata karşı muamelâtını ve münasebat-ı rızkıyyesini devam ettirecek bir vaziyet tutuyor.

İşte, eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlak’ın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlak’tan kesilse; o vakit o zerreye, herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır.

Səs yoxdur