Sözler | YirmiDördüncü Söz | 340
(332-364)

Bu şartı yaptıktan sonra, sen kemâlini bulursun. Fakir ve karanlıklı Kamer yerine, haşmetli Güneş’i bulursun. Fakat sen dahi öteki arkadaşın gibi, Güneş’i safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen ünsiyyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicabların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.

İşte Reşha-misâl üçüncü arkadaşınız ki, hem fâkirdir, hem renksizdir. Güneş’in hararetiyle çabuk tebahhur eder, enaniyyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife; nâr-ı aşk ile ateş alır, ziyâ ile nura döner. O ziyânın cilvelerinden gelen bir şuâ’’a yapışır, yanaşır. Ey Reşha-misâl! Mâdem doğrudan doğruya Güneş’e âyinedârlık ediyorsun, sen hangi mertebede bulunsan bulun, ayn-ı Şems’e karşı aynelyakîn bir tarzda, sâfi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o Şems’in âsâr-ı acîbesini ona vermekte müşkilat çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsafını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtîyyesinin dehşetli âsârını ona vermekte, hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz; hilâf-ı hakîkate sevketmez. Çünki: Sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan Güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarıdır. Fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.

İşte şu hakîkatle karışık temsilde böyle başka başka üç tarîk ile kemâle gidilir. Ve o kemâlâtın mezâyâsında ve mertebe-i şuhudun tafsilâtında başka başkadırlar. Fakat neticede ve hakka iz’an ve hakîkatı tasdikte ittifak ederler. İşte nasıl bir gece adamı ki, hiç Güneş’i görmemiş. Yalnız Kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneş’e mahsus haşmetli ziyâyı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklid ediyor. Öyle de: Veraset-i Ahmediyye (A.S.M.) ile Kadir ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmâsına yetişmeyen, Haşr-i âzamı ve Kıyamet-i Kübrâyı taklidî olarak kabûl eder, “Aklî bir mes’ele değildir” der. Çünki Hakîkat-ı Haşir ve kıyamet, İsm-i âzamın ve bâzı Esmânın derece-i âzamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, Haşir ve Kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalb ile kabûl eder.

İşte şu sırdandır ki: Haşir ve Kıyameti en âzam mertebede, en ekmel tafsîlâtla Kur’an zikrediyor. Ve İsm-i âzamın mazharı olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm ders veriyor.

Səs yoxdur