Sözler | YirmiBeşinci Söz | 397
(365-462)

hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhanla inşikakına ve yıldızlarının düşüp hadsiz fezâda dağılmasına kadar ve dünyanın imtihan için açılmasından, tâ kapanmasına kadar ve âhiretin birinci menzili olan kabirden, sonra berzahtan, haşirden, köprüden tut, tâ Cennet’e, tâ saadet-i ebediyyeye kadar; mâzi zamanının vukuatından, Hazret-i Âdem’in hilkat-ı cesedinden, iki oğlunun kavgasından tâ Tufana, tâ kavm-i Firavunun garkına, tâ ekser enbiyanın mühim hâdisatına kadar ve işaret ettiği hâdise-i ezeliyyeden tut, tâ



ifade ettiği vakıa-i ebediyyeye kadar bütün mebahis-i esasiyyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda beyân eder ki, o beyân, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden ve dünyayı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan ve zemin bir bahçe ve semâ, misbahlarıyla süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden ve mâzi ve müstakbel, bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hâzır iki sahife hükmünde temaşa eden ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuunatın iki tarafı birleşmiş, ittisal peyda etmiş bir sûrette bir zaman-ı hâzır gibi onlara bakan bir Zât-ı Zülcelâl’e yakışır bir tarz-ı beyândır. Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği iki hâneden bahseder. Programını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar.

Kur’an dahi, şu kâinatı yapan ve idare eden ve işlerinin listesini ve fihristesini -tâbir caiz ise- programını yazan, gösteren bir zâtın beyânına yakışır bir tarzdadır. Hiçbir cihetle eser-i tasannu’ ve tekellüf görünmüyor. Hiçbir şaibe-i taklid veya başkasının hesabına ve onun yerinde kendini far-zedip konuşmuş gibi bir hud’anın emâresi olmadığı gibi bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulusuyla safî, berrak, parlak beyânı, nasıl gündüzün ziyâsı “Güneş’ten geldim” der. Kur’an dahi, “Ben, Hâlık-ı Âlem’in beyânıyım ve kelâmıyım” der. Evet şu dünyayı antika san’atlarla süslendiren ve lezzetli ni’metlerle dolduran ve san’atperverane ve ni’metperverane şu derece san’atının acibeleriyle, şu derece kıymetdar ni’metlerini dünyanın yüzüne serpen, sıra-vari tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni’, bir Mün’imden başka şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhane, bir mescid, bir temaşagâh-ı san’at-ı İlâhiyyeye çeviren Kur’an-ı Mu’-ciz-ül Beyân kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir! Ondan başka kim ona sahib çıkabilir! Ondan başka kimin sözü olabilir! Dünyayı ışıklandıran ziyâ, Güneş’ten başka hangi şeye yakışır! Tılsım-ı kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran Beyân-ı Kur’an, Şems-i Ezelî’den başka kimin nuru olabilir! Kimin haddine düşmüş ki, ona nazîre getirsin, onun taklidini yapsın!

Səs yoxdur