Sözler | YirmiBeşinci Söz | 461
(365-462)
BU ONUNCU MESELE’YE BİR HATİME
OLARAK İKİ HÂŞİYE

Birincisi: Bundan oniki sene evvel işittim ki, en dehşetli ve muannit bir zındık Kur’ana karşı suikasdını tercümesiyle yapmağa başlamış ve demiş ki: “Kur’an tercüme edilsin, tâ, ne mal olduğu bilinsin.” Yâni, lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi Onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş. Fakat, Risâle-i Nurun cerhedilmez hüccetleri kat’î isbat etmiş ki: Kur’anın hakikî tercümesi kabil değil ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur’anın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevab veren kelimât-ı Kur’aniyyenin mu’cizâne ve cem’iyyetli tâbirlerinin yerini beşerin âdî ve cüz’î tercümeleri tutamaz. Onun yerinde câmilerde okunmaz diye Risâle-i Nur her tarafta intişariyle o dehşetli plânı akîm bıraktı. Fakat, o zındıktan ders alan münafıklar, yine şeytan hesabına Kur’an Güneşini üflemekle söndürmeğe ahmak çocuklar gibi ahmakâne ve dîvânecesine çalışmaları sebebiyle bana gayet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir hâlette bu Onuncu Mes’ele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkalar ile görüşemediğim için hakîkat-ı hâli bilmiyorum.

İkinci Hâşiye: Denizli hapsinden tahliyemizden sonra meşhur Şehir Otelinin yüksek katında oturmuştum. Karşımda güzel bahçelerde kesretli kavak ağaçları birer halka-i zikir tarzında gayet lâtif, tatlı bir sûrette hem kendileri, hem dalları, hem yaprakları, havanın dokunmasıyla cezbedârâne ve cazibekârane hareketle raksları, kardeşlerimin müfarakatlarından ve yalnız kaldığımdan hüzünlü ve gamlı kalbime ilişti. Birden güz ve kış mevsimi hâtıra geldi ve bana bir gaflet bastı. Ben, o kemâl-i neş’e ile cilvelenen o nâzenin kavaklara ve zîhayatlara o kadar acıdım ki, gözlerim yaş ile doldu. Kâinatın süslü perdesi altındaki ademleri firakları ihtar ve ihsasıyla kâinat dolusu firakların, zevallerin hüzünleri başıma toplandı. Birden hakîkat-ı Muhammediyyenin (A.S.M.) getirdiği nur, imdâda yetişti. O hadsiz hüzünleri ve gamları, sürurlara çevirdi. Hattâ o nurun, herkes ve her ehl-i îman gibi benim hakkımda milyon feyzinden yalnız o vakitte, o vaziyete temas eden imdat ve tesellisi için Zât-ı Muhammediyyeye (A.S.M.) karşı ebediyyen minnettar oldum. Şöyle ki:

Ol nazar-ı gaflet, o mübârek nâzeninleri; vazifesiz, neticesiz, bir mevsimde görünüp, hareketleri neş’eden değil, belki güya ademden ve firaktan titreyerek hiçliğe düştüklerini göstermekle, herkes gibi bendeki aşk-ı beka ve hubb-u mehâsin muhabbet-i vücud ve şefkat-i cinsiyye ve alaka-i hayatiyyeye medâr olan damarlarıma o derece dokundu ki,

Səs yoxdur