Evet, nazar-ı gaflet ve dalâlette vahşetli ve dehşetli bir ademistan ve elîm ve mahvolmuş bir mezaristan olan bütün geçmiş zaman ve ölmüş karnlar ve asırlar; canlı birer sahife-i ibret ve baştan başa ruhlu, hayatdar bir acib âlem ve mevcut ve bizimle münasebettar bir memleket-i Rabbâniyye suretinde sinema perdeleri gibi, kâh bizi o zamanlara, kâh o zamanları yanımıza getirerek her asra ve her tabakaya gösterip yüksek bir i’câz ile dersini veren Kur’an-ı Mu’cizülBeyan; aynı i’caz ile nazar-ı dalâlette câmid, perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh olan ve firak ve zevalde yuvarlanan bu kâinatı bir Kitab-ı Samedânî, bir Şehr-i Rahmâni, bir Meşher-i Sun-i Rabbânî olarak o câmidatı canlandırıp birer vazifedar suretinde birbiriyle konuşturup ve birbirinin imdadına koşturup nev’-i beşere ve cin ve meleğe hakikî ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren bu Kur’an-ı Azîmüşşân’ın, elbette her harfinde on ve yüz bâzan bin ve binler sevab bulunması ve bütün cin ve ins toplansa O’nun mislini getirememesi; ve bütün benîÂdemle ve kâinatla tam yerinde konuşması; ve her zaman milyonlar hâfızların kalblerinde zevk ile yazılması; ve çok tekrarla ve kesretli tekraratiyle usandırmaması;