Onuncusu: Enbiyadan sonra en muhterem ve yüksek tâife ve ümmi ve bedevi oldukları halde az bir zamanda nur-u Muhammedî (A.S.M.) ile şarktan garba kadar âdilâne idare edip, cihangir devletleri mağlûb ederek müterakki, fenli, medenî, siyasî milletlere üstad, muallim, diplomat, hâkim-i âdil olarak o asrı bir asr-ı saadet hükmüne getiren sahabeler; Muhammed’in (A.S.M.) her halini tedkik ve taharriden sonra gözleriyle gördükleri çok mu’cizatın kuvvetiyle eski düşmanlıklarını ve ecdadlarının mesleklerini ve çokları -Hâlid İbn-i Velid ve İkrime İbn-i Ebu Cehil gibi- pederlerinin tarafdarlıklarını, kavim ve kabilelerini tamamiyle bırakıp bütün ruh u canlarıyla, gâyet fedakârane bir sûrette İslâmiyete girerek aynelyakîn derecesinde Muhammed’in (A.S.M.) sâdıkıyetine ve risâletine îmanları; sarsılmaz, küllî bir şehâdettir.
On birincisi: Asfiya ve sıddıkîn denilen müçtehidler, imamlar, allâmeler; İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi dâhî feylesoflar misillü binler ehl-i tahkik, aklî ve mantıkî bir tarzda, her biri ayrı bir meslekte, şübhesiz binler hüccetlere ve kat’i bürhanlara istinâden, ilmelyakîn derecesinde Muhammed’in (A.S.M.) risâletine ve hakkaniyetine îmanları, öyle küllî bir şehâdettir ki; onların umumu kadar bir zekâsı bulunmayan karşılarına çıkamaz.
İşte o hadsiz şahidlerden birisi, bu zamanda “Risâle-i Nur”dur ki; münkirler ona karşı hiçbir çâre bulamadıklarından, zâbıta ve adliyeyi aldatıp mahkeme eliyle susturmasına çalışıyorlar.
On ikincisi: Âlem-i İslâmda herbiri ümmetin ehemmiyetli bir kısmını dâire-i dersine alıp, hârika irşad ve kerâmetlerle ma’nevî terakki ettiren ve hüccetler yerinde müşahedata, keşfiyata dayanan ve aktab denilen en derin ehl-i tahkik ve hakîkat, ruhanî terakkilerinde Muhammed’in (A.S.M.) risâletini ve sâdıkıyetini ve en yüksek mertebe-i hakkaniyette bulunduğunu keşfen ve şuhuden görüp müttefikan ve mütetabıkan nübüvvetine şehâdetleri öyle bir imzadır ki: Onların umumu kadar bir yüksek mertebe-i kemâlâtı kazanmıyan o imzayı bozamaz.