Bunu da derim ki: Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ba’zı adamlar; kabahatlerini setr için, başkasını irtica ile ve dînini siyasete âlet yapmakla ittiham ederler.
Şimdiki hafiyeler, eskilerden beterdirler. Bunların sadakatine nasıl îtimat olunur? Adâlet, onların sözlerine nasıl bina olunur? Hem de cerbeze ile, insan adâlet yaparken zulme düşüyor. Zîra; insan kusursuz olmaz; fakat, uzun zamanda ve efrâd-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehâsinle tâdil olunan müteferrik kusurları, cerbeze ile cemedip bir zaman-ı vahidde, bir şahs-ı vahidden sudurunu tevehhüm ederek, şedid cezaya müstahak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şediddir... Şimdi gelelim on bir buçuk cinâyetlerimin tadâdına: (Hâşiye)
BİRİNCİ CİNAYET: Geçen sene bidâyet-i hürriyette elli - altmış telgraf umum şark aşiretlerine sadaret vasıtasiyle çektim. Meali şu idi:
Meşrûtiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mes’ele ise, hakîki adalet ve meşveret-i şer’iyyeden ibarettir. Hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zîra, dünyevî saadetimiz, meşrûtiyettedir. Ve istibdâttan herkesten ziyâde biz zarardîdeyiz.”
Her yerden bu telgrafın cevabı, müsbet ve güzel olarak geldi.
Demek Vilâyat-ı Şarkiyyeyi tenbih ettim, gafil bırakmadım; tâ yeni bir istibdât onların gafletinden istifade etmesin. “Neme lâzım” demediğimden cinâyet işledim ki, bu mahkemeye girdim!
İKİNCİ CİNAYET: Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de, umum ulemâ ve talebeye hitaben müteaddit nutuklar ile Şeriâtın ve müsemma-yı meşrûtiyetin münâsebet-i hakîkiyesini izâh ve teşrih ettim. Ve mütehakkîmane istibdâdın, Şeriâtla bir münâsebeti olmadığını beyân ettim. Şöyle ki:
hadîsinin sırrıyle; Şeriât âleme gelmiş, tâ istibdâdı ve zâlimane tahakkümü mahvetsin.
Hâşiye: Müellifin meslek ve meşrebine âid parçalar alınmış olup, tafsilât arzu edenler mezkûr esere müracaat etsinler.