Gayretli kardeşlerim, hamiyetli arkadaşlarım ve dünya denilen diyar-ı gurbette medâr-ı tesellilerim.
Mâdem Cenâb-ı Hak, sizleri, fikrime ihsan ettiği ma’nalara hissedar etmiştir; elbette hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır. Sizleri ziyâde müteessir etmemek için, gurbetimdeki firkatimin ziyâde elîm kısmını tayyedip, bir kısmını sizlere hikâye edeceğim. Şöyle ki :
Şu iki üç aydır pek yalnız kaldım. Ba’zan on beş yirmi günde bir def’a misafir yanımda bulunur. Sâir vakitlerde yalnızım. Hem yirmi güne yakındır, dağcılar yakınımda yok, dağıldılar...
İşte gece vakti, şu garîbane dağlarda sessiz sedasız, yalnız ağaçların hazinane hemhemeleri içinde, kendimi birbiri içinde beş muhtelif renkli gurbetlerde gördüm.
Birincisi: İhtiyarlık sırriyle, hemen ekseriyet-i mutlaka ile, akran ve ahbabım ve akaribimden yalnız ve garîb kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha gittiklerinden neş’et eden hazin bir gurbeti hissettim. İşte şu gurbet içinde ayrı diğer bir dâire-i gurbet açıldı. O da geçen bahar gibi alâkadar olduğum ekser mevcûdât beni bırakıp gittiklerinden hâsıl olan firkatli bir gurbeti hissettim. Ve şu gurbet içinde bir dâire-i gurbet daha açıldı ki; vatanımdan ve akaribimden ayrı düşüp, yalnız kaldığımdan tevellüd eden firkatli bir gurbeti hissettim. Ve şu gurbet içinde, gecenin ve dağların garîbane vaziyeti bana rikkatli bir gurbeti daha hissettirdi. Ve şu gurbetten dahi şu fâni misafirhaneden ebedül-âbâd tarafına harekete âmâde olan ruhumu, fevkalâde bir gurbette gördüm. Birden “FESÜBHANALLAH” dedim; bu gurbetlere ve karanlıklara nasıl dayanılır düşündüm. Kalbim feryâd ile dedi: